Hendek Harbinin Başlaması

kilic-kin

Düşman, hendek arkasında çarpışmanın bir hayli zor olacağını biliyordu. Buna rağmen bütün hazırlıklarını tamamlayarak, var kuvvetiyle hücuma geçti. Fakat hendek, işlerini tahmin ettiklerinin de üstünde güçleştiriyordu. Hendeği bir türlü geçme imkân ve fırsatını elde edemiyorlardı. Haliyle bu da ümitsiz­liğe düşmelerine sebep oluyordu.

Sonunda, çarpışma uzaktan uzağa ok atışlarıyla devam etti. Fakat bu da, ne­ticenin uzamasından başka bir işe yaramıyordu.

Düşman ordusu, hücumlarından bir netice elde edemediğini görünce, Müs­lümanları muhasara altına almaya karar verdi. Zaten başka yapacak bir şeyleri de yoktu!

Tek Tek Vuruşma
Bir ara düşman süvarilerinden birkaçı atlarını sürüp hendeğin bahsedilen dar yerinden Müslümanlar tarafına geçmeye muvaffak oldular ve kendileriyle dövüşecek er dilediler.

İçlerinde en meşhuru, Amr b. Abdi Vedd idi. Birçok hadise görüp geçirmiş, yalnız başına birçok topluluğu dağıtmış, cesur ve silahşörlükte mahir bir sü­vari idi. Arap kabileleri, onu bir bölük süvariye mukabil tutarlardı. Onun­la dövüşmek için fevkalâde cesaretli ve yürekli olmak gerekirdi. Bu sebeple kim­se ona karşı çıkmak istemezdi.

Bu sefer Amr, dövüşecek er dileyince, Hz. Ali, “Yâ Re­sû­lal­lah, ona karşı ben çıkarım, müsaade eder misiniz?” dedi.

Peygamber Efendimiz, “Sen, otur yâ Ali! Gelen, Amr’­dır” buyur­du.

Amr, tekrar Müslümanlara meydan okudu: “İçinizde muharebe meydanına çıkacak er yok mudur? Hani sizin ölülerinize tayin ettiğiniz cennet nerede?”

Hz. Ali, tekrar karşısına çıkmak istedi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz yine “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurarak izin vermedi.

Karşısına kimsenin çıkmadığını gören Amr, bütün bütün şımardı ve iğrenç küfürler savurarak, “Er meydanına çıkacak kimse yok mu?” diye üst perdeden bağırdı.

Hz. Ali, tekrar cesaretle yerinden fırladı.

“Onunla ben dövüşürüm yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Resûl-i Kibriya Efendimiz yine “Yâ Ali, o Amr’dır” buyurdu.

Hz. Ali, “Amr da olsa, çıkar, dövüşürüm yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz, Allah’ın Ars­la­nına müsaade etti. Biz­zat kendi eliyle zırhını ona giydirdi ve “Zülfikâr” adlı kılıcını beline bağ­la­dı; sarığını da başına sardıktan sonra, “Yâ Rab! Amcam oğlu Ubeyde, Be­dir’de ve amcam Hamza, Uhud’da şehit oldular. Yanımda bir amcazâdem Ali kaldı. Sen, onu muhafaza eyle, ona yardımını ihsan eyle, beni de yalnız bı­rakma!” diye dua etti.[27]

Hz. Ali, yaya olarak, imanından gelen heybetle, Amr’a doğru yürüdü.

İki taraf da bu büyük dövüşü hayranlıkla seyre hazır duruyordu.

Zırha bürünen Hz. Ali’nin gözlerinden başka hiçbir tarafı görünmüyordu.

Amr, “Sen kimsin?” diye sordu.

Hz. Ali, “Ben, Ali’yim!” diye cevap verdi.

Amr, bu bıyıkları yeni terlemiş genci karşısında bulunca, bir merhamet ve istihfaf tavrı aldı.

“Amcalarından, senden başka daha yaşlı kimse yok mu­dur? Ben, senin ka­nını dökmek istemiyorum! Çünkü baban benim dostumdu” diye konuştu.

Hz. Ali’nin ise cevabı şu oldu:

“Vallahi, ben, senin kanını dökmek isterim!”

Amr, bu cevaba kahkahayla gülerek, “Bu ağızla bir kimsenin karşıma çıka­cağı hatırıma bile gelmezdi!” dedi.

Hz. Ali’nin sözleri Amr’ı çileden çıkarmıştı. Kılıcını sıyırıp atıyla onun üze­ri­ne yürüdü.

Hz. Ali, “Ben, seninle nasıl çarpışabileyim? Ben yayayım, sen atlı. Atından in de benim gibi yaya ol!” diye teklifte bulundu.

Amr, derhal atından indi ve hayvanı salıverdi; öfke dolu bakışlarla Hz. Ali’nin karşısına dikildi.

Hz. Ali, “Ey Amr!” dedi. “Ben, senin Ku­reyş’ten bir kim­seyle kar­şılaştı­ğın­da, onun iki isteğinden birisini kabul edip yerine getireceğin hakkında Al­lah’a vaatte bulunduğunu işittim. Doğru mudur?”

Amr, “Evet…” dedi.

O zaman Hz. Ali, “Öyle ise, ben seni Allah’a ve Resûlüne imana davet edi­yor ve İslamiyete kabule çağırıyorum!”

Amr, “Bu, bana lâzım değil; geç bunları!” dedi.

Bu sefer Hz. Ali, “Öyle ise” dedi. “Bizimle çarpışmaktan vazgeç! Yurduna dön, git!”

Amr, “Ben adayacağımı adamış ve intikam almadıkça ba­şıma yağ ve koku sürmeyi kendime yasaklamışımdır” diye karşılık verdi.

O zaman Hz. Ali, “O halde vuruşmaya hazır ol!” diye kük­redi.

Amr, yine kahkahayla güldü. “Doğrusu ben, Araplar içinde benden kork­ma­dan benimle çarpışmak isteyecek böylesine bir kahraman bulunabileceğini tah­min etmemiştim!” diye hayretini izhar etti. Sonra da ekledi: “Sen, henüz genç bir yiğitsin. Üstelik baban da benim dostumdu. Benimle çarpışmaktan vazgeçip dön, geri git. Seni öldürmek istemiyorum!”

Bunu da oku :  Uhud'da Ordunun Dağılması

Cesaret kahramanı Hz. Ali, “Ama ben, seni öldürmek is­ti­yo­rum!” diye kar­şı­lık verdi.

Hz. Ali’nin son cümlesi, Amr’ı son derece hiddetlendirmişti. Bir vuruşta Hz. Ali’nin kalkanını parçaladı. Kalkanı delen kılıç, Hz. Ali’­nin alnını sıyırdı. Hz. Ali, şimşek gibi bir hızla yana sıçradı; bu sefer sıra ondaydı. Amr’ın bo­yun kö­küne Zülfikâr’la şiddetli bir dar­be indirdi. Amr’ın başı bir tarafa, gövdesi bir ta­rafa düştü.

Bir anda feryat ve çığlıklar koptu, ortalık birbirine karıştı. Hz. Ali ise, Ce­nab-ı Hakk’ın bu muvaffakiyeti kendisine ihsan etmesinden dolayı “Allahü Ek­ber!” diyerek tekbir getirdi. Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar da tekbir geti­rince bir anda her taraf tekbirlerle çınladı.

.
Video silinirse youtube’da ara: hendek savaşı radyo tiyatrosu

“Kılıç Değil, El Keser!”
O esnada, Ku­reyş süvari ve şâirlerinden olan Hübeyre b. Ebî Vehb, Hz. Ali’yle çarpışmaya yeltendi; fakat bir kılıç darbesi yiyince, çareyi kaçmakta buldu! Bu sefer onu Hz. Zübeyr b. Avvam takip etti. Kılıçla vurup atının eğe­rini kes­ti. Daha sonra Hz. Zübeyr, Nev­fel b. Abdullah’ın peşine düştü. Şiddetli bir darbeyle onu yukarıdan aşağı doğru ikiye biçti.

Sonraları Hz. Zübeyr’e, “Senin kılıcın gibi kılıç görmedik!” denilince şu ce­vabı verdi:

“Onu yapan kılıç değildir, bilektir!”

Ku­reyş’in diğer süvarileri dehşete kapılarak doludizgin kaçmaya başladılar. Hatta Ebû Cehil’in oğlu İkrime, can hav­liyle kaçıp giderken mızrağını düşür­müş, geri dönüp onu almaya bile cesaret edememişti.

Bir bölüğe bedel kabul ettikleri Amr b. Abdi Vedd’in mü­bâreze mey­da­nında düşüp kalması, Müslümanları son derece sevindirirken, müşrikleri ise fazlasıyla korkutup dehşete düşürdü; hatta Ku­reyş ordusu kumandanı Ebû Süfyan, “Bugün bizim için hayırlı bir iş yok” diyerek ye’s içinde hendeğin ba­şından çekilip karargâha git­ti.

Her Taraftan Hücuma Kalkış

Bir gün sonra, müşriklerin tamamı, Kurayzaoğulları Yahudileriyle birlikte her taraftan Müslümanları çepeçevre sardılar ve akşama kadar durmadan on­ları ok yağmuruna tuttular.

Kıtlık yüzünden pek zayıf ve güçsüz düşmüş olan Müslümanlar, düşman sürüsünün böyle bir kara bulut gibi her taraftan sıkıştırma­sı üzerine, bütün bü­tün mecalsiz kaldılar; akşam olup düşman çekilince, bir miktar nefes aldılar. Fakat “Düşman, yarın yine böyle her taraftan şiddetli hücuma girişirse, hali­miz ne olur?” diyerek herkeste bir endişe ve telâş vardı.

Münafıklar Yine Sahnede

Münafıklar zümresi, Müslümanların maruz kaldıkları bu sıkıntı ve kıtlığı fırsat bilerek, onların mânevîyatlarını bozucu telkinlerde bulunmaya başladı­lar: “Muhammed, size, Kayser’­in ve Kisrâ’nın hazinelerini vadediyor! Hâlbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkudan abdest bozmaya bile gidemi­yoruz! Vadettiği nerede, biz nerede? Allah ve Resûlü, bize aldatıştan başka bir şey vadet­mi­yor!”

Kur’an-ı Kerim, bu hususa da işaret eder.[28]

Ne var ki münafıkların bu haince ve dessasça telkinlerinden hiçbiri gerçek mü’minleri Hz. Re­sû­lul­lah’ın yanından ayıramı­yordu. Çünkü onlar, Yüce Al­lah’ın kendilerine yardım edeceği hususundaki vaadine bütün samimiyetle­riyle inanmışlardı; Allah’ın tak­dirine teslimiyetleri sonsuzdu; Allah ve Resûlü uğrunda her türlü musibet ve sıkıntıya seve seve katlanıyorlardı. Münafıklar ise, tam tersine, Medine’yi çepeçevre saran düşman ordusunun, Kâinatın Efen­di­si Pey­gam­be­ri­mizle ashab-ı kiramın vücutlarını ortadan kal­dıracağını sa­nı­yorlardı, hatta bunu istiyorlardı! Böylece, bu ağır imtihanda gerçek mü’min­ler­le münafıklar birbirlerinden ayrılıyorlardı!

Kur’an-ı Azîmüşşan’ın konuyla ilgili şu ayeti ne kadar ibret vericidir:

“Ey mü’minler! Yoksa siz, sizden evvel gelenlerin hali başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara, öyle yoksulluklar ve sıkıntılar ge­lip çattı ve çeşitli belâlarla sarsıldılar ki hatta peygamberleri, maiyetindeki mü’minlerle birlikte, ‘Allah’ın yardımı ne zaman yetişecek?’ diyordu. Gözü­nüzü açın: Allah’ın yardımı yakındır muhakkak!”[29]

Düşmanda Yılgınlık

Muhasara uzadıkça uzuyordu. Müşriklerin baskın ve hücumları her defa­sında Müslümanlar tarafından püskürtülüyordu. Muhasaranın uzaması, her iki tarafı da büyük sıkıntı, açlık ve soğuk ile karşı karşıya bırakmıştı. Mahsûl, har­bin başlamasından bir ay kadar önce tarlalardan toplanmış olduğu için, düş­man ordusunun at ve develerinin yiyecekleri de tükenmiş, hayvanlar aç­lık­la karşı karşıya gelmişlerdi. Bütün bunlar, düşman safında gevşekliğe, ümit­siz­li­ğe ve yılgınlığa sebep oldu.

Pey­gam­be­ri­mizin Gatafanlara Teklifi

Resûl-i Kibriya Efendimiz, muhasaranın uzayıp gittiğini, soğuk, kıtlık ve aç­lı­ğın her gün biraz daha arttığını ve Müslümanları bütün bütün sarstığını gö­rün­ce, Gata­fan­la­rın kumandanı Uyeyne b. Hısn ile Hâris b. Avf’a, “Müslü­man­la­rı muhasaradan vazgeçip yurdunuza dönüp giderseniz, Medine’nin yıl­lık meyve mahsûlünün üçte birini veririm!” diye haber gönderdi.

Bunu da oku :  Bedir Savaşının Neticesi

Onlar ise, “Bize, Medine’nin yıllık hurma mahsûlünün yarısı verilmelidir” dediler.

Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz buna yanaşmadı. Bunun üzerine üçte bire râ­zı oldular ve bir heyet halinde Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna çıkıp gel­diler.

Peygamber Efendimiz, bu arada, önce ensarın reislerinden Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde’nin görüşlerini öğrenmek istedi. Onlar önce, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bu sizin arzu ettiğiniz bir şey midir, yoksa Allah’ın size emrettiği ve bizim de mu­hakkak yerine getirmemiz gereken bir şey midir?” diye sordular.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, “Eğer, bunu yapmaya Allah tarafından emro­lun­saydım, sizinle istişare etmez, gereğini hemen yerine getirirdim! Bu, kabul edip etmemekte serbest bulunduğunuz bir görüşten ibarettir!” buyurdu.

Bunun üzerine Sa’d b. Muaz Hazretleri, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Biz ve şu kavim, bir zamanlar Allah’a şerik koşar, putlara tapar, Al­lah’a ibadet etmez ve O’nu tanımazken bile, bunlar misafirlik veya satın almak gibi durumlar dı­şında Medine’den tek bir hurma yemeyi ummamışlardır! Şimdi, Allah, bizi İs­lam’la şereflendirdiği, onunla doğru yolu buldurduğu, seninle ve onunla bize kuvvet bahşettiği bir sırada mı mallarımızı bunlara haraç olarak vereceğiz? Vallahi, bizim için böyle bir anlaşmaya hiç ihtiyaç yoktur. Allah, on­larla ara­mızdaki hükmünü verinceye kadar onlara sunacağımız tek şey kılıçtır!”[30]

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu konuşmadan memnun oldu. Gatafan heye­tine de, “Kalkıp gidiniz! Artık aramızı ancak kılıç halleder!” dedi.

Bunun üzerine Gatafan heyeti, Re­sû­lul­lah’ın huzurundan ayrıldı.

Yolda, Hâris b. Avf, Uyeyne b. Hısn’a şunları söyledi:

“Biz, Ku­reyşlilere yardım maksadıyla Muhammed’e sal­dırmakla bir şey el­de edemeyeceğiz! Vallahi, ben Muham­med’in işinin açık ve üstün bir iş ol­duğunu görüyor ve tahmin ediyorum! Vallahi, Hayber Yahudilerinin bilgin­leri, Harem halkından Muhammed’in sıfatında bir peygamberin kitaplarında yazılı bulduklarını söyler dururlardı.”

Mücahitlerin Çektikleri Sıkıntı

Kuşatma esnasında mücahitler büyük sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalı­yorlardı. Harpten önce durmadan dinlenmeden hendeği kazmışlardı, o biter bitmez de harbe girmişlerdi. Bu bakımdan olduk­ça bitkin ve yorgun idiler. Ay­rıca açlık sıkıntısı da çekiyorlardı. Ha­va da oldukça soğuktu.

Huzeyfe (r.a.), muharebenin sadece bir gecesini şöyle anlatır:

“Biz bir tarafta saf bağlamış, oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tara­fı­mızda, Kurayza Yahudileri de alt tarafımızda idiler. Bunların Medine’deki ço­luk çocuğumuza baskın yapmalarından kor­kuyorduk. Hiç böylesine karan­lık, böylesine fırtınalı bir gece ge­çir­memiştik. Rüzgâr sanki ıslık çalıyor, karan­lıkta hiç­birimiz uzat­tığı parmağını bile göremiyordu! Münafıklar, ‘Evlerimiz em­ni­yet­te de­ğil­dir’ diyerek Re­sû­lul­lah’tan izin istediler; Hâlbuki, evleri teh­li­kede de­ğildi! İzin isteyenlerin hepsine izin verildi. İzin alanlar beklemeden sı­vışıp gi­diyorlardı. Biz üç yüz küsur civarında idik. Tek tek Allah Resûlünün ya­nın­da nöbet tut­tuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde ne düşmana karşı koyacak bir kal­kanım, ne de soğuktan korunmak için bir elbisem vardı; sadece zevce­min ver­diği dizlerimi geçmeyen yün bir örtü vardı.”[31]

Düşmanın Şiddetli Hücumu ve Kazaya Kalan Namazlar
Muhasaranın devamı sırasında bir ara düşman birlikleri Re­sû­lul­lah’ın çadı­rını şiddetli ok yağmuruna tutmuşlardı. Peygamber Efendimiz, üzerinde zırh, başında miğfer, çadırının önünde duruyordu.

Hz. Cabirder ki:

“Müşrikler, o gün, bizimle durmadan çarpıştılar. Askerlerini takım takım ayırdılar. Hâlid b. Velid kumandasındaki büyük ve ağır bir fırkalarını Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) bulunduğu yere yönelttiler. O gün, gecenin geç saatlerine kadar çarpıştılar. Ne Re­sû­lul­lah ve ne de Müslümanlar, yerlerinden ayrılma imkân ve fırsatını bulamadılar.”[32]

Çarpışma öylesine şiddetli devam ediyordu ki Resûl-i Kibriya Efendimiz, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını bile vaktinde kılma imkân ve fırsatını bulamadı. Zâtına eziyet ve hakaret edenlere bile beddua etmeyen Kâinatın Efendisi, namazlarını kazaya bırak­tırdıklarından dolayı, onlara, “Onlar nasıl, güneş batıncaya kadar uğraştırıp, bizi namazımızdan alıkoydularsa, Allah da onların ev­lerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun!” diyerek beddua et­ti; daha sonra, o günün öğle, ikindi ve akşam namazlarını ashabıyla birlikte kaza etti.[33]

Nuaym B. Mes’ud’un Büyük Hizmeti

Her iki taraf da, açlık, yorgunluk, soğuk ve netice alamamaktan gelen sı­kıntıdan bunalmıştı.

Bunu da oku :  Hendek Savaşının Neticesi

Bu sırada, henüz yeni Müslüman olmuş, fakat Müslüman olduğundan ne müş­riklerin ve ne de kavmi olan Gatafanların haberi bulunmayan Nuaym b. Mes’ud, Peygamber Efendimizin huzuruna gel­di. İslam’a kavuşmuş ol­manın şük­rünü, Müslümanlara bir hizmet­te bulunmakla ifa etmek istiyordu. Şu tek­lifte bulundu:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben Müslüman oldum. Kavmim olan Gata­fanların bundan haberleri yok. Emret, istediğini yapayım!”

Peygamber Efendimiz, “Sen tek bir kişisin. Cesaretinle ne yapabilirsin ki? Mamafih, yalnız başına da bir iş görebilirsin: Elinden gelirse, bizi muhasara al­tına almış bulunan kavimlerin arasına gir de, onları birbirinden ayırmaya çalış! Çünkü harp, hilelerden ibarettir!”[34]buyurdu.

Hz. Nuaym, kendisinden istenen hizmeti kavramıştı.

“Evet, yâ Re­sû­lal­lah! Bu işi yapabilirim! Fakat gerektiğinde ger­çe­ğe aykırı bir şeyler söylememe izin vermelisin!” dedi.

Peygamber Efendimiz, “İstediğini söyle! Sana helâldir!”[35]diyerek ona ruh­sat verdi.

Hz. Nuaym, Kurayzaoğulları Yurdunda

Hz. Nuaym, derhal yola koyuldu. Önce, Kurayzaoğullarının yanına vardı. Şüphelerini davet edici en ufak bir harekette bulunmadan şöyle konuştu:

“Şu adamın (Hz. Peygamberin) işi, şüphesiz, bir belâdır. Kaynuka ve Na­diroğullarına yaptığını da gördünüz. Ku­reyşli­ler ve Ga­tafanlar, Muhammed ve ashabıyla savaş­mak için buraya gelmiş bulunuyorlar. Siz de onlara yar­dımcı ol­­dunuz. Hâlbuki, onların yurtları, malları, mülkleri, çoluk çocukları sizin gibi bu­rada değildir. Onlar, fırsat ve imkân bulurlarsa, onları mağlup eder, gani­met­­leri toplarlar; mağlup olurlarsa, buradan savuşur, giderler. Sizi ise, bu adam­la başbaşa bırakırlar. Sizde ise, ona karşı koyacak güç ve kuvvet yoktur. Siz Ku­reyş­lilerden bazılarını rehin almadıkça, asla onların yanında Muham­med’e kar­şı sa­vaşmayın. Rehineler yanınızda bulunursa, kolay kolay sizi terk edip gidemezler.”[36]

Benî Kurayza Yahudileri, bu tavsiyeyi pek uygun buldular; üstelik, kendile­rini ikaz ettiği için Hz. Nuaym’a teşekkür bile ettiler.

Yanlarından ayrılırken Hz. Nuaym, “Sakın anlattıklarımı kimseye söyleme­yin; gizli tutun!” demeyi de ihmâl etmedi. Onlar da gizli tutacaklarına dair söz verdiler.

Hz. Nuaym, Ku­reyşliler Arasında

Benî Kurayza’nın yanından ayrılan Hz. Nuaym, doğruca Ku­reyş müşrikle­ri­nin yanına vardı ve “Sizi ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz! Mu­hammed’den ayrı olduğum da malumunuz. Öğrendiğim bir şeyi size söyle­mek zorundayım. Ama sır olarak saklayacağınıza yemin edin!” dedi.

“Yemin ederiz!” dediler.

Hz. Nuaym, “Haberiniz olsun ki” dedi. “Kurayzaoğulları, Muhammed’le ittifaklarını bozduklarına pişman olmuşlardır. Aralarının tekrar düzelmesi için, ileri gelenlerinizden birçok kimseyi sizden rehin isteyeceklermiş ve Mu­ham­med’le tekrar barışmak için onların boyunlarını vuracaklarmış. Bununla bir­likte Nadiroğullarının da tekrar yurtlarına dönmelerine müsaade alacaklarmış! Şayet, Kurayzaoğulları, ileri gelen adamlarınızı rehin almak için size bir haber gönderirlerse, sakın ha eşrafınızdan bir tek kimseyi dahi göndermeyiniz!”[37]

Hz. Nuaym, Gatafanlar Arasında
Hz. Nuaym, bundan sonra kendi kabilesi olan Ga­ta­fan­ların yanına vardı.

“Ey Gatafan topluluğu! Sizler, benim kabilemsiniz, bana en sevgili olan kimselersiniz” diye söze başladıktan son­ra şöyle konuştu:

“Yahudilerin, sizlerle yapmış oldukları anlaşmayı bozduklarını ve Mu­ham­med’le anlaşmak üzere olduklarını öğrendim. Benî Nadîr’i Medine’ye ka­bul etme karşılığında, Benî Kurayzalar, onunla sulh edeceklermiş!”

Hz. Nuaym, böylece, kendi kabilesini de söylediklerine inandırmayı ba­şardı.

[27] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 68; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 61; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 642.
[28] Ahzab, 13.
[29] Bakara, 214.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 234.
[31] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 220.
[32] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 473.
[33] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 68; Tirmizî, Sünen, c. 1, s. 337.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.
[36] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 240-241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 278.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 241; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 278.

(Visited 402 times, 1 visits today)

Related posts

Leave a Comment