Peygamberimiz Bedir’de

bedir-savasi-2

Peygamber Efendimiz, mücahitlerle Safra yakınındaki Ze­firan mevkiine vardığında, Ku­reyş’in büyük bir orduyla gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle kar­şıla­caklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları ge­rektiği hususunda karar vere­me­diler. Zira, niyetleri harp etmek değildi. Bu­nun için bir hazırlıkları da yoktu. Üs­telik, alınan istihbarata göre, müşrik or­dusu hem sayıca çok, hem silahça onlardan üstün idi.

Mücahitlerle İstişâre
Resûl-i Ekrem, ashabını topladı. Kervanın takip edilme­sinin mi, yoksa müş­rik ordusuna karşı çıkmanın mı daha uygun olacağı husu­sunda onlarla istişa­rede bulundu. Bir kısım mücahit, kervanın takip edilmesinin uygun olacağını ifade etti. Resûl-i Ekrem, bundan hoşlanmadı. O sırada Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer söz alıp, müş­riklerin üzerine yürümenin, onlarla harbe girmenin daha mu­va­fık ola­cağı hususunda konuşunca, Pey­gam­be­ri­miz bundan memnun ol­du.

Daha sonra, ensardan Mikdat b. Esved Hazretleri, “Yâ Re­sû­lal­lah! Rabbin sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi, biz, İsrailoğullarının Hz. Mûsa’ya de­diği gibi ‘Git, Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldama­yız’ tarzında bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz”[12]diye konuştu.

Feragat ve cesaret timsâli bu sahabenin sözlerinden memnun olan Resûl-i Ekrem, kendisine hayır duada bulundu.

Bu konuşmalardan sonra, kararın ne mahiyette verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat ensarın da bu hususta görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü onlar Me­di­ne dâhilinde Pey­gam­be­ri­mizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz ver­mişlerdi. Şimdi ise şehrin dışında bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem, onların bu konudaki görüşlerini sordu.

Ensar nâmına Sa’d b. Muaz Hazretleri söz aldı ve şöyle konuştu:

“Yâ Re­sû­lal­lah! Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere sana ke­sin sözler de verdik.

“Yâ Re­sû­lal­lah! Nasıl bilirsen öyle yap; biz, seninle beraberiz. Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki sen bize şu denizi gösterip dalarsan biz de seninle birlikte dalarız! Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe ânında geri dönmeyiz. Allah’ın bereketiyle yürüt bizi!”[13]

Karar artık kesinlik kazanmıştı: Bir avuç mücahit, her şeye rağmen, kendile­rinden gerek sayıca ve gerekse silahça kat kat fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silahça üstünlüğü kahraman sahabelerin gözünü korkutmadı. Kur’an’ın ifadesiyle, “ölümün ağzına girmeyi”[14]seve se­ve göze alıyorlardı. Onlar, Allah’ın yardımına güveniyorlardı. Allah için mü­ca­de­le verecek­lerinin idrakinde olarak, Din Sahibinin yardımını esir­ge­meyece­ği­ne gönülden inanıyorlardı.

Mücahitlerin sayısı az, ama imanları ve cesaretleri sıradağlar gibiydi. İsti­nad noktaları Kâinatın Sahibi idi, reisleri Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.) idi. Böyle bir ordu, elbette her şeyi göze alarak, müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek ve korkmayacaktı!

Sa’d b. Muaz’ın (r.a.) konuşmasından fevkalâde memnun olan Resûl-i Ek­rem Efendimiz, sevinç içinde, ümit dolu bir seda ile mücahitlere, “Yürüyün ve Allah’ın lût­fuyla şâd olun! İşte, Ku­reyş’­in tek tek düşüp uzanacağı yer­leri şim­diden görür gibiyim!”[15]diye hitap etti.

Bu konuşma mücahitler üzerinde derin bir tesir icra etti ve heyecanlarını kat kat artırdı. Bedir’e doğru şevkle yol almaya başladılar.

Düşman Ordusu Sayısının Tahmin Edilmesi
İslam ordusu, Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Şu küçük tepe yanındaki kuyu başında birtakım bilgiler elde edeceğimizi umarım” buyurduktan sonra, Hz. Ali, Zübeyr b. Av­vam ve Sa’d b. Ebî Vakkas gibi bazı sahabeleri o tarafa gönderdi.

O sırada müşriklerin sucuları, su taşıyan develeriyle birlikte kuyunun ba­şında bulunuyorlardı. Mücahitler onlardan bazılarını ele geçirdiler.

Huzura getirildiklerinde Efendimiz kendilerine, “Bana Ku­reyş hakkında malumat veriniz!” dedi.

Onlar, “Vallahi, şu gördüğün kum tepesinin en yüksek, en uzak tarafında­dırlar” dediler.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, “O topluluk ne kadar vardır?” diye sordu.

“Pek çok” diye cevap verdiler.

Efendimiz tekrar, “Onların sayıları ne olabilir?” dedi.

“Bilmiyoruz” cevabını verdiler.

Bu sefer Peygamber Efendimiz, “Onlar, her gün kaç deve kesiyorlar?” diye sor­du.

“Bir gün dokuz, bir gün on…” dediler.

Sonra, “İçlerinde Ku­reyş eşrafından kimler var?” diye sordu.

Müşrik sucuları, Ku­reyş ileri gelenlerinden birçoğunun ismini sıralayınca, Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, ashabına dönerek şöyle buyurdu:

“İşte Mekke, ciğerpârelerini size feda etti!”

Sonra, yine adamlara, “Gelirken, Ku­reyş’ten geri dönenler oldu mu?” diye sordu.

“Evet” dediler. “Benî Zühreler, Ahnes b. Şerîk’le geri dön­düler.”

O zaman Peygamber Efendimiz, “O, doğru yolda değilken, ahiret, Allah ve kitabı bilmezken, Zühreoğullarına doğru yolu gös­termiştir” buyurdu.[16]

Müşrik İleri Gelenlerin Vurulacakları Yerler
Bedir’e vardığı gece Peygamber Efendimiz, “İnşallah, yarın sabah filanın vu­rulup düşeceği yer şurasıdır! İnşallah, yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır, şurasıdır!” buyurdu ve elini o yerlere koyarak müş­rik Ku­reyş reislerinden her birinin nerede katledileceğini birer birer gös­terdi.

Hz. Ömer der ki:

“Onlardan hiçbirisi de, Nebiyy-i Ekrem’in elini koyduğu yerlerin ne ileri­sinde, ne de gerisinde vurulup düşmediler!”[17]

İslam Ordusunun Bedir’e Önce Gelişi

Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle, müşriklerden önce Bedir’e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi. Karargâhın nerede kurulmasının daha uygun olacağını ashabıyla görüştü.

O zaman, otuz üç yaşlarında bulunan Hubâb b. Münzir ayağa kalktı ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz harpçi kimseleriz. Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su menbaı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm” diye konuştu. Sonra da, “Yâ Re­sû­lal­lah! Burası, sana Allah’ın inmesini emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa, şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri olarak mı seçildi?” diye sordu.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Hayır! Şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi” buyurdu.

Bunun üzerine Hubab, “Yâ Re­sû­lal­lah! Burada karargâh kurmak pek muva­fık değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Ku­reyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu suyla dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz, susa­dıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler, zor duruma düşerler” diye konuştu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Hubab! Doğru olan görüş, senin işaret etti­ğin­dir” buyurarak hemen ayağa kalktı. Mücahitler de derhal ayağa kalktılar. Ku­reyş müşriklerinin konacakları yerin yakınındaki suyun yanına kadar gitti­ler.

Bunu da oku :  Uhud'da Ordunun Dağılması

Sonra, Peygamber Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı. Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyuyla dolduruldu ve içine de bir kap ko­nuldu.[18]

.
Video silinirse youtube’da ara: bedir savaşı radyo tiyatrosu

Pey­gam­be­ri­miz İçin Gölgelik Yapılması
Bu arada, Sa’d b. Muaz Hazretlerinin teklifiyle, Resûl-i Ekrem Efen­dimiz için, hurma dallarından bir gölgelik, yani çadır yapıldı. Peygamber Efendimiz, gölgeliğin altına Hz. Ebû Bekir’le birlikte girdi.

Sa’d b. Muaz Hazretleri de, kılıcını takınıp, ashab-ı kiramdan birkaç zâtla birlikte, gölgeliğin kapısı önünde nöbet beklemeye başladı.[19]

Ordunun Harp Nizamına Sokulması

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir’e gelir gelmez ordusunu harp nizamına soktu. Ordu saf ve hatlarını dikkatle kontrol etti. Müslüman kuvvetler; muha­cirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere üç kısma ayrılmışlardı. Her biri aç­tıkları kendi sancakları altında toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Mus’ab b. Umeyr, Evslile­rin­kini Sa’d b. Muaz, Hazreçlilerinkini ise Hubâb b. Münzir Hazret­leri tu­tuyordu.[20]

Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bunlardan sonra ordusuna şu tâlimatı verdi:

“Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebat ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Ok­larınızı, düşman size yak­laşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düş­man kalkanını açtığı zaman oku­nu­zu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mız­rak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonunca düşmanla göğüs göğüse gelin­diği vakit kullanılacaktır.”[21]

Mücahitlerin her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Müdafaa harbinde bulunacakları için, bu, çok işe yarayacaktı. Düş­man bundan mah­rum­du; çünkü taarruz taktiğini uyguluyordu. Do­layısıyla, hücum esnasında çok çok birkaç taş taşıyıp atabilirlerdi.

Dua ve İbâdet ile Geçirilen Gece

Harpten bir önceki gece idi.
Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikteydi. Bütün gecesini Kadîr-i Zülcelâl’e ibadetle geçirmişti. Arkasından, Rabb-i Rahîm’ine ellerini açarak, kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semâya gözyaşı döktürecek ka­dar tesirli şu duasını yaptı:

“Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir!

“Allahım! Bu bir avuç Müslüman mücahit helâk olursa, artık sana yeryü­zünde ibadet edecek kimse kalmaz.”[22]

Resûl-i Kibriya Efendimiz, vakit namazlarında da aynı duayı tek­rarlıyordu. Bu duayı duyan mücahitler ise, heyecanlarından yer­lerinde duramaz hale gel­mişlerdi.

İki Ordu Karşı Karşıya
Resûl-i Ekrem, ordusuna âit hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik or­dusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi.

Manzara oldukça düşündürücü ve ibretli idi. Zira, birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu akraba idi. Kardeş kardeşle, ba­ba oğulla, dayı ye­ğenle kıyasıya vuruşacaktı.

Düşman ordusu artık saf bağlamıştı.

Peygamber Efendimiz de, gölgeliğinden çıkarak, ordusunu son bir defa dik­katle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki düşman sayıca ve silahça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsâvî bir mücadele ve­ri­le­meyeceği kanaatini uyandırıyordu. Ama mücahitler, asla ümitlerini yi­tir­mi­yor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanı­yor­lar­dı.

Muhacirlerden İlk Şehit

Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıka­caktı. Fakat müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Amir b. Hadremî, harp usûlüne muhalefet ederek, mücahitlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca Hazretlerine isabet etti ve orada İslam ordusu ilk şehi­dini verdi. Resûl-i Ekrem, “Mihca, şehitlerin efendisidir” buyurarak İslam’ın bu ilk şe­hidini tebcil etti.

Mihca Hazretlerinin şehâdeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan, Rabiaoğulları Utbe ve Şeybe ile Ut­be’­nin oğlu Velid or­taya atılarak er dilediler.

Benî Neccâr’dan Afra isminde bahtiyar İslam kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir’de hazır bulunuyordu. Onlardan ikisi, Mu­az ve Avf ile Re­sû­lul­lah’ın şâiri Abdullah b. Ravaha Hazretleri onlara karşı çıktılar.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çar­pışmada, ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu.

Müşrikler, “Siz kimlersiniz?” diye sordular.

Onlar, “Ensardan filan ve filanız” diye cevap verdiler.

Müşrikler, “Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Ab­dül­mut­ta­liboğullarından, am­ca­larımızın oğullarıyla çarpışacağız” dediler. Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, “Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden den­gi­miz olanı çıkar!” diye konuştular.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ensar gençlerine saflarına dön­me­le­rini emir buyurdu ve kendilerine dua etti. Sonra da, “Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!” diye emretti.[23]

Müşriklerin Yere Serilmeleri

Resûl-i Kibriya Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman sahabe, derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için, Utbe onları tanıyamadı.

“Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığınızı bilelim! Dengimiz ise­niz sizinle çarpışalım” diye seslendi.

Üç kahraman sahabe de isim ve şöhretlerini söyleyince, müşrikler, “Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz. Buyurun!” deyip kılıçlarını sıyırdılar.

Ubeyde b. Hâris, Utbe b. Rabia’yla; Hz. Hamza, dengi Şeybe b. Rebîa’yla ve Hz. Ali ise, Velid b. Utbe’yle çarpışacaktı.

Böyle Ku­reyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübarezeleri, o vaktin hükmüne göre seyre değer hadiselerden sayılırdı. Buna bi­naen, iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kab­zasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya dur­dular.

Teke tek vuruşma şimşek süratiyle başladı. Hz. Hamza ile Hz. Ali, birer ham­lede hasımlarını yere serip öldürdüler. Hasımlarını bir hamlede öldüren Hz. Hamza ile Hz. Ali, bu sefer dönüp Hz. Ubey­de’nin yardımına koştular. Ut­be’nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna getirdiler.

Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efen­dimizin huzuruna geldiğinde, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben şehit miyim?” diye sordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet, şehitsin” buyurdu ve yerinin Cennetü’l-Firdevs olduğunu müjdeledi.[24]

Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri, ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup, din-i İslam uğrunda çektiği eza ve cefalardan dolayı asla üzül­mediğine dair güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan, Be­dir’den dönülürken yolda vefat etti. Ora­ya defnedildi.[25]

Adamlarının bir bir yere serildiğini gören müşrikleri, büyük bir dehşet sar­dı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları te­selli etmeye, toparlamaya çalışıyordu.

Allah yolunda çarpışmayı “en büyük şeref” telâkki eden Müslüman müca­hitler ise, adeta heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi. Bir an evvet muharebeye başlamak, müşriklere had­lerini bildirmek istiyorlardı.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, adeta mücessem iman halini almış bu bir avuç mücahidin haline bakarak, Cenab-ı Hakk’a şöyle içli niyazda bulundu:

Bunu da oku :  Gizli Davetin Hız Kazanması

“Allahım! Onlar yaya ve yalın ayaktırlar; Sen, onlara binecek ver!

“Allahım! Onlar çıplaktırlar; Sen, onları giyindir.

“Allahım! Onlar açtırlar; Sen, onları doyur!

“Allahım! Onlar fakirdirler; Sen, onları fazlın ve keremin ile zengin eyle!”[26]

Sonra da, dilinden düşürmediği duasını tekrarladı: “Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allahım! Bu bir avuç mücahidi he­lâk edersen, artık Sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!”

Hz. Ebû Bekir ile Oğlu
Manzara oldukça ibretli idi.
Mus’ab b. Umeyr Müslümanlar safında muhacirlerin sancaktarı iken, kar­deşi Ebû Azîz İbni Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarıydı.

Daha garibi de vardı: Hz. Ebû Bekir, oğlu Abdullah’la Müslümanlarsafında bulunurken; diğer oğlu Abdurrahman ise, Ku­reyş müşrikleri arasındaydı. Ce­sareti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman, bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; Hz. Re­sû­lul­lah’tan, oğluyla çarpışmak üzere müsaade istedi.

Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir! Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin!” buyurarak izin vermedi ve yanın­dan ayırmadı.

Hz. Re­sû­lul­lah’tan, oğluyla kılıç kılıça dövüşmek için izin alamayan Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.), hiddetli hiddetli oğ­luna, “Ey Abdurrahman! Bana olan mü­nâsebetin nerede kaldı?” diye seslendi.

Abdurrahman ise, “Aramızda silahtan, uzun, yüğrük at­tan ve kılıçtan başka bir şey kalmadı”[27]diye cevap verdi.

Harp Başladı
Tarih, 17 Ramazan Cuma günü sabah saatleri…

Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırmaya geçmişti.

Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehit düşenlerin makamlarının cennet olacağını müjdeli­yordu. “Zafer bizimdir!” diyerek de, her zaman mücahitlerin gayret ve ümitle­rini hep aynı canlılıkta tutma­ya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordu­nun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücahitlerin de cesaretini artırı­yordu.

Hz. Ali der ki:

“Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Re­sû­lul­lah’a sığın­mıştık! O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi! Müşriklerin saflarına ondan daha ya­kın kimse yoktu!”[28]

Hâris b. Süraka’nın Şehit Düşmesi
Hazreç kabilesinden Hâris b. Süraka adındaki genç, or­dunun gerisinde su ha­vuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temâşâ ediyordu. Düşman tara­fından atılan bir ok, ön saftaki mücahitlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehit oldu. İşte, ensar­dan ilk şehit düşen, bu zâttır.

Harp safında bulunan mücahitleri aşıp giden bir okun, gerideki Haris’e isa­bet edip onu şehit etmesi, hepsi için bir ibret dersi oldu.

Pey­gam­be­ri­mizin Mücahitleri Harbe Teşviki
Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise, durmadan mü­cahitleri harpte sebat etmeye çağırıyordu: “Muhammed’in varlığı kudret elin­de olan Allah’a yemin ederim ki bugün Allah’ın rızasını umarak sabır ve sebat göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Allah muhakkak cennetine koya­caktır!”

Umeyr’in Şehit Düşmesi

Ensardan Umeyr b. Humam Hazret­leri, elinde hur­masını yerken Re­sû­lul­lah’ın bu müjdesini işitti ve “Ne iyi, ne iyi! Cennete girmek için, şu heriflerin elinde öl­mekten başka bir şey lâzım değilmiş” diye konuşarak elindeki hur­maları yere attı ve hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletine ve ahiret haya­tının ehem­miyetine dair müessir beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş, o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, birçok müşriği öldür­dükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.

Bir Mucize

Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriya Efendimiz, yer­den bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve “Yüzleri kara ol­sun! Allahım, kalplerine korku sal, ayaklarına titreme ver!” diye dua etti.[29]

“Yüzleri kara olsun!” sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşriğin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar.

Kur’an-ı Azîmüşşan, bu mucizeyi şu ayetiyle ilan eder:

“Onları siz değil, Allah öldürdü! Onları (kumları) attığın zaman da, sen at­madın, Allah attı!”[30]

Evet, Resûl-i Kibriya’nın avucunda küçücük taşlar zikir ve tes­bih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hük­müne geçiyor ve onları dehşete düşürüyordu!

Pey­gam­be­ri­mizin Münâcâtı ve Meleklerin Yardıma Gelmesi
Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücahitler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini artırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da kıbleye yönelerek Yüce Mev­lâ­sına yalvarıyordu: “Allahım! Bana vadettiğin yardımı lût­fet!”

Bu münâcâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki ridâsı mübarek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ri­dâsını yerden alıp mübarek omuzlarına koydu ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz, O, sana olan vaadini yerine getirecek­tir” diye konuştu.[31]

Bir müddet sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Müjde ey Ebû Bekir! Sana Al­lah’ın yardımı geldi. İşte, şu, Cebrail’­dir. Kum tepeleri üzerinde atının diz­ginini tutmuş, silahlan­mış, emir bekliyor!” diye buyurdu.

Kur’an-ı Azîmüşşan, bu vak’ayı da şöyle hatırlatır:

“Siz, (sayı, silah ve binekçe düşmandan çok) az ve zayıf iken, Allah, size Bedir’de kat’î bir zafer verdi. Allah’tan sakı­nın; ta ki şükret­miş olasınız!

“O vakit sen, mü’minlere, ‘İndirilen üç bin melekle Rabbini­zin si­ze imdat etmesi yetişmez mi?’ diyordun.”[32]

Rivayet edilmiştir ki o esnada, benzeri görülmedik, gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti.

Bu, Cebrail (a.s.) emrindeki üç bin meleğin gelip Resûl-i Kibriya Efendimi­zin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi.

Melekler, başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkala­rına salıvermişlerdi. Yalnız, Hz. Cebrail’in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.

Mücahitlerin Kahramanca Çarpışmaları
Parolaları “Yâ Mansur! Emit” olan mücahitler, düşmanla kahramanca çar­pışıyor, hücum ve hamleleriyle düş­man saflarını yarıyor­lardı.

Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.), son derece kahramanca ve cesurca müş­riklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere se­ri­yordu. Bu iki kahraman sahabe, müşrik ileri gelenlerinden birçok kimseyi kı­lıç­larıyla öldürdüler.

Ebû Cehil’in Öldürülmesi

Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil’i öldürmek bir iftihar vesi­lesi olacağından, mücahitlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hatta Ebû Cehil zannıyla, Hz. Hamza, müşriklerin reislerinden, Mahzumoğulla­rın­dan Hâlid b. Velid’in biraderi olan Ebû Kays İbn Velid’i ve Hz. Ali yine Benî Mahzum’dan Abdullah İbni Münzir’i öldürmüşlerdi.

Bunu da oku :  Uhud Savaşı

Ebû Cehil, yetmiş yaşında, korkunç yüzlü, inatçı ve mü­te­mer­rid bir İslam düşmanıydı. “Anam beni bugün için doğurmuş!” diyerek cesaretini izhar edi­yor ve askerini harbe sürüyordu.

Mahzumoğulları, müşriklerden birçok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil’in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.

Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu.

Hz. Abdurrahman b. Avf, harp safında sağına soluna bakınca, ensar gençle­rinden iki delikanlıyı gördü.
Onlardan biri kendisine yaklaşarak, “Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu.
Abdurrahman b. Avf, “Evet, tanırım. Ne yapacaksın onu?” deyince, genç şu cevabı verdi:
“Allah’a söz verdim: Ebû Cehil’i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öl­düreceğim yahut bu uğurda şehit olacağım!”
Abdurrahman b. Avf Hazretleri, gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi.
Abdurrahman b. Avf, önceleri kendi kendine, “Harp safında iki çocuk ara­sında kaldım!” derken onların bu cesurca sözlerine hayret etti.
Bu iki genç, Afra Hâtun’un harbe iştirak etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler.

O sırada Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) gözü, müşrikler arasında dolaşıp du­ran ve Mahzunoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil’e ilişti. Soran gençlere göstererek, “İşte, aradığınız Ebû Cehil!” dedi.

İki kahraman fedai, derhal kılıçlarını sıyırıp, Ebû Cehil’in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler.

Bu iki genç gibi birçok mücahit de Ebû Cehil’i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil’e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip du­ran, ensardan Muaz b. Amr b. Cemûh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Ce­hil’in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil’in oğlu İkrime de kılıcıyla onun eli­ni kolunu yaraladı. Bu kahraman sahabe der ki:

“Elim, derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesik elimi arkama atıp, hep çarpıştım durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan ko­lumu koparıp attım!”[33]

Muaz b. Amr b. Cemûh’un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de, Ebû Cehil’in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek kı­lıç darbeleriyle yere serdiler, öldü zannıyla da bırakıp gittiler.

“Ebû Cehil, Bu Ümmetin Firavunudur!”
O esnada Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Acaba Ebû Cehil, ne yaptı, ne oldu? Kim gidip bir bakar?” buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.

Mücahitler aradılar, fakat bulamadılar.

Peygamber Efendimiz yine “Arayınız! Benim, onun hak­kında sözüm var. Eğer siz, onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız” bu­yurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Bir gün onunla Abdullah b. Cüd’a’nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, on­dan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkışın­ca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Di­zinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, uru dizinden kaybolmadı!”[34]

Bunun üzerine Abdullah İbni Mes’ûd Hazretleri, Ebû Cehil’i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve “Ey Allah’ın düşmanı! Nihayet Allah seni hor ve hakir etti! Gördün mü?” dedi.

Can çekiştiği halde Ebû Cehil, “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Bü­yük bir kişinin, kavim ve kabilesi ta­rafından öldürülmesi, hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu ha­ber ver” dedi.

İbni Mes’ûd Hazretleri, “Nusret ve galebe, Allah ve Re­sûlü tarafındadır!” di­yerek, son nefesinde onu ye’se düşürdü. Böyle bir cihetten mey’us olan Ebû Cehil, bir kere daha küfrünü kustu:

“Muhammed’e söyle ki şimdiye kadar onun düşmanı idim; şimdi düşman­lığım bir kat daha arttı!”

Bunun üzerine, İbni Mes’ûd Hazretleri, hemen başını kesti.

Böylece, Ebû Cehil, son nefeste bile imana gel­medi, küfür ve dalâlette ısrar edip cehennemi boyladı.

İbni Mes’ûd (r.a.), başını alıp huzur-u Ne­bevî’ye getirdi.

“İşte, Allah’ın düşmanı Ebû Cehil’in başı!” dedi.

Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kuluna yardım eden, dinini üs­tün kılan Allah’a hamdolsun!” dedikten sonra, “Bu ümmetin Firavunu, işte bu­dur!” buyurdu.[35]

Ebû Cehil’in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara kar­şı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye b. Halef de, Mek­ke’de merha­metsizce işkenceye uğrattığı Bi­lâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere se­rilince, Ku­reyş ordusu fena halde bozuldu. Müş­rik askerleri gerisingeri kaç­maya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular, ele geçirilenler ise esir alın­dı­lar.

[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 267; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 14.
[14] Enfâl, 5-6.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 267.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 268; Vakidî, a.g.e., s. 37-38.
[17] Müslim, Sahih, c. 5. s. 170.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 567-568.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 15.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 14.
[21] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 15; İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 272; İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 235.
[22] Taberî, Tarih, c. 2, s. 269.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 277; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 17.
[24] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 17.
[25] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1021.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 20.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 291.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 23.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2. s. 280.
[30] Enfâl, 17.
[31] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 601-602; Müslim, Sahih, c. 5. s. 156-157.
[32] Âl-i İmrân, 123-124.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 287-288; Taberî, Tarih, c. 2, s. 284.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 288; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 284.
[35] Zehebî, A’lâmü’n-Nübelâ, c. 1, s. 346.

(Visited 177 times, 1 visits today)

Related posts

Leave a Comment