Uhud Savaşının Neticesi

uhud-harbi

Müşrikler, daha fazlasını yapamayacakları kanaatine varınca, derlenip to­parlanan mücahitler karşısında tekrar bir hezimetle karşı karşıya gelmemek için, en uygun yolun geri çekilmek olacağını hesapladılar ve mağrur bir eda ile geri çekildiler.

Netice, gerçekten hazin, ibretli ve düşündürücü idi.

Harpte, mücahitlerden yetmiş şehit düşmüştü. Bunlar arasında Hz. Hamza, Hz. Mus’ab b. Umeyr gibi çok güzide sahabeler de bulunuyordu. Ebû Dücâne, Nesibe Hâtun gibiler, Resûl-i Kibriya’yı muhafaza etmeye çalışırlarken vü­cudları delik deşik olmuştu.

Harbin ilk safhasında mücahitlere gülen parlak muzafferi­yet, Hz. Re­sû­lul­lah’ın emir ve tâlimatına riayet etmeyen okçulardan bir kısmının yerlerini terk etmeleriyle bir anda hazin ve acı bir mağlubiyete inkılâb etmiş, Uhud, Müs­lü­manların kanıyla boyanmıştı. Pey­gamber Efendi­mizin, “O bizi sever, biz de onu severiz” buyur­duğu Uhud’u bir hüzün bulutu kaplamıştı.

Pey­gam­be­ri­mizin Kayalığa Doğru Çıkması
Peygamber Efendimiz yaralıydı, yorgundu. Kendi başına yürüyecek kuv­veti kalmamıştı. Sa’d b. Muaz ve Sa’d b. Ubâde’­ye dayanarak, Müslümanların sığındığı Şi’b’deki kayalığa doğru çıktı. Burada dinlenmek, yorgunluğunu gi­dermek isti­yordu. Bir müddet yürüdükten sonra, bu takatten de mahrum kal­dı. Üzerindeki iki zırh ise, oldukça ağırlık yapıyordu. Bu sırada Talha b. Ubey­dul­lah yere çöktü. “Buyur yâ Re­sû­lal­lah… Ben kuvvetliyim” diyerek Pey­gam­ber Efendimizi sırtına aldı ve kayalığa kadar taşıdı.

Resûl-i Ekrem, kanlar içinde kalan yüzünü gözünü burada suyla yıkadı ve başına su döktürdü.

Pey­gam­be­ri­mizin, Ubey b. Halef’i Öldürmesi
Bedir Harbi’nden önceydi.

Resûl-i Kibriya Efendimiz harp sahasında dolaşırken, “Burası Ebû Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, buralar da filan ve filanın öldürülecekleri yerlerdir. Ubey b. Halef’i de, ben kendi elimle öldüreceğim!” buyurmuştu.

Peygamberimizin sığındığı Uhud mağarası

Bedir’de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye b. Halef, mücahitler tarafından gösterilen aynı yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye Ubey b. Halef kal­mıştı. Bu adam Ku­reyş’in ileri gelenlerinden biri idi. Pey­gam­be­ri­mize her kar­şılaşmasında, “Ey Muhammed! Bir atım var. Her gün ona on altı ölçek darı ye­di­rip besliyorum. Bir gün gelir, onun sırtında olduğum halde seni öldürürüm!” der­di.

Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu olu­yordu:

“Belki, inşallah, ben seni öldürürüm!”[62]

İşte, Ubey b. Halef, Bedir’de mücahitler tarafından canı cehenneme yollanan kardeşi Ümeyye’nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek Uhud’a çıkıp gelmişti.

Hz. Re­sû­lul­lah’ın Şib’e doğru çıktığı sırada idi.

Übey’in gelmekte olduğu görüldü. Mekke’de günde on altı okka darıyla beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Pey­gam­be­ri­mize yaklaşı­yordu. Bunu fark eden sahabeler, önüne çıkıp hesabını görmek istediler. Ancak Hz. Re­sû­lul­lah, “Bı­rakın, gelsin” di­yerek, mücahitlerin karşı çıkmasına mani ol­du. Resûl-i Ekrem’e oldukça yaklaşan bu azgın müşriğin ağzından, “Ey Mu­hammed! Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!” lâfları dökülüyordu.

Bu sözleri duyan Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla, heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übey, bir anda şaşkına döndü. Hz. Re­sû­lul­lah’ın heybet ve haşyet verici tavrı karşı­sında duramayıp geri kaçmaya başladı. Peygamber Efendimiz peşini bırak­mı­yor ve arkasından, “Nereye kaçıyorsun ey yalancı?” diye sesleniyordu.

Bu kaçışla Übey kendini kurtaramadı. Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übey, sığır böğürmesi gibi böğürerek atın­dan yere yuvarlandı.

Müşrikler, yaralı halde onu alıp götürdüler, Yarasından kan ak­mı­yordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına, “Vallahi, Mu­hammed beni öldürdü!” diyordu.

Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki Übey, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına, “O bana (Mek­ke’de) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. Val­lahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür!”[63]dedi.

Ubey b. Halef, bir gün bile yaşamadan “Susadım, susadım!” çığ­lıkları ara­sında ölüp gitti. Resûl-i Kibriya’nın, Allah’ın izniyle, istikbâlden haber verdiği bir mucizesi de böylece tahakkuk etmiş oldu.

Pey­gam­be­ri­mizin Vücudunu Ortadan Kaldırmak İçin And İçenlerin Belâlarını Bulmaları
Müslümanların bozulup dağılmaya yüz tuttukları bir sıradaydı.

Azılı müşriklerden Abdullah b. Şihâb-ı Zührî, Utbe b. Ebî Vak­kas, Abdullah İbni Kamîe ve Ubey b. Halef, bir araya gelerek, Peygam­ber Efendimizin haya­tına son vermek için sözleşip ant içmişler­di.[64]

Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkın­da, “Allahım, onların hiçbirisi senesine ulaşmasın!” di­ye dua etti.

Sa’d b. Ebî Vakkas der ki:

“Vallahi, Re­sû­lul­lah’ı vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üze­rinden yıl geçmedi.”

Bunlardan biri olan İbni Şihab’ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü.

Ubey b. Halef’i, Peygamber Efendimiz bizzat kendi eliyle öldür­dü.

Utbe b. Ebî Vakkas’ı, Hâtıb b. Ebî Beltea öldürdü.

Resûl-i Kibriya Efendimizin yüzünü yaralayan İbni Kamîe ise, Uhud’dan Mekke’ye döndükten sonra davarları­nın yanına gitti. Da­ğın en yüksek tepe­sin­de davarını bul­du. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip parçaladı.[65]

Ebû Süfyan’ın Seslenişi
Müşrik ordusu, harp sahasından yavaş yavaş çekiliyordu. Kumandan Ebû Süfyan, muharebe meydanında bir tur attıktan sonra, kayalıklara çıkmış bulu­nan mücahitlerin yanına geldi ve “Müslümanlar arasında Muhammed var mı?” diye seslendi. Bu sorusunu üç kere tekrarladığı halde Peygamber Efen­di­miz, “Cevap vermeyiniz” buyurdu. Bu sefer Ebû Süfyan, “Aranızda Ebû Be­kir var mı?” diye sordu. Hz. Re­sû­lul­lah yine cevap verilmesine müsaade et­me­di. Ku­reyş reisi bu sefer, “Aranızda Ömer yok mu?” diye sordu. Peygamber Efen­dimiz yine cevap verilmesini istemedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan adam­larına dönerek, “Herhalde bunların hepsi öldürülmüş. Sağ olsalardı elbette ce­vap ve­rirlerdi” diye bağırdı.

Son konuşması karşısında Hz. Ömer dayanamadı ve ayağa kalkarak yüksek sesle, “Yalan söylüyorsun, ey Allah’ın düşmanı, vallahi yalan! Söylediklerinin hepsi sağdırlar ve işte buradadırlar” dedi.

.
Video silinirse youtube’da ara: uhud savaşının anlatımı

Bundan sonra Ebû Süfyan ile Hz. Ömer arasında şu konuşma geçti:

Ebû Süfyan: “Hübel’in şânı yüce olsun!”

Hz. Ömer (Pey­gam­be­ri­mizin emriyle): “En büyük ve en yüce olan, Al­lah’tır!”

“Bizim Uzzâ’mız var, sizin yok!”

“Bizim Mevlâmız Allah’tır. Sizin Mevlânız yok!”

“Bir gün yenildik, bir gün yendik!

“Bir gün üzüldük, bir gün güldük! Hanzala’yı Han­za­la’ya karşı, filanı filana karşı öldürdük!”

“Biz sizinle bir değiliz. Bizim öldürülenlerimiz cennet­te, sizinki­ler ise ce­hennemdedir.”

Bu sefer Ebû Süfyan tekrar asıl maksadına geldi ve Hz. Ömer’e, “Ey Ömer! Allah aşkına doğru söyle! Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu.

Hz. Ömer:

“Hayır… Vallahi, onu öldürmediniz. O şimdi söyledik­le­rinizi dinliyor!” di­ye cevap verdi.

Hz. Ömer’e itimadı olan Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­mizin hayatta olduğuna inanmıştı artık… Ayrılıp gidecekleri sırada ise şöyle bağırdı:

“Gelecek yıl, sizinle Bedir’de buluşup çarpışmaya söz veriyoruz!”

Hz. Ömer, Allah Resûlüne baktı. Kanaatini beyan etmesini bekledi. Kendi­sin­den, “Olur! İnşallah, orası bizimle sizin buluşma yeri­miz olsun” emri gelin­ce, Hz. Ömer,

“Olur!” diye cevap verdi.[66]

Pey­gam­be­ri­mizin, Şehitler Arasında Dolaşması
Düşman kuvvetler, harp meydanını terk edip Mekke’ye doğru hareket edince, Peygamber Efendimiz mücahitlerle birlikte çıktığı kayalıktan indi.

Cesetleriyle yerde yatan, fakat ruhlarıyla yüksek âlem­ler­de pervaz eden şe­hitler arasında dolaştı.

Gönlü hüzünle doluydu. Kadere teslimiyetin verdiği inşirah olmasaydı manzara seyredilecek gibi değildi. En güzide sahabelerini kaybetmişti. Ku­reyş müşrikleri şehitler hakkında vahşîce muamelelerde bulunmuş­lardı. Çoğunu parça parça ederek tanınmaz hale getirmişlerdi.

On­ların arasında durdu.

İçler parçalayıcı manzarayı bir müddet hü­zünle sey­ret­tikten sonra, “Ben, kıyamet gününde, şu şehitlerin Allah yolunda canlarını feda ettiklerine şahitlik edeceğim” buyurdu.

Bunu da oku :  Bedir Savaşının Neticesi

Daha sonra ashabına dönerek:

“Bunları, kanlarıyla sarıp gömünüz! Allah yolunda çarpışa­rak yara alanlar, kıyamet gününde mah­şere ya­raları ka­nayarak gele­ceklerdir. Kanla­rının rengi kan rengi, ama ko­kuları misk ko­kusu gibi olacak­tır” diye ferman etti.[67]

Pey­gam­be­ri­miz, Hz. Hamza’nın Cesedi Başında
Şehitler arasında Efendimizin amcası kahraman sahabe Hz. Hamza da var­dı.

Karnı yarılmış, ciğeri çıkarılmış, bur­nu ve kulakla­rı kesilmiş, cesedi parça par­ça edilmişti. Zor tanınıyordu.

Onun mübarek cismini gören Resûl-i Kibriya Efendimiz, öylesine üzüldü, öylesine elem duydu ki bir anda gözlerinden yaşlar boşandı.

O âna kadar öylesine mahzun olduğu görülmemişti. “Seyyidü’ş-Şüheda [Şehitlerin Efendisi]” olan bu ce­saret âbidesi sahabenin cesedi başın­da durdu.

Gözyaşları arasında ona şöyle seslendi:

“Ey Hamza! Hiçbir zaman, hiçbir kimse senin gibi böyle bir musibete uğ­ramamış ve uğramayacaktır! Benim için bundan daha büyük bir musibet ola­maz!

“Ey Re­sû­lul­lah’ın amcası Hamza! Ey Allah’ın ve Resûlünün arslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Re­sû­lul­lah’a koruyucu olan Hamza! Allah, sana rahmet etsin! Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi, sevinmeyi bırakıp sa­na yas tutardım!”[68]

Uhud dağı ve Uhud şehitliği
O esnada, Medine tarafından, tozu dumana kata kata birinin gelmekte ol­duğu görüldü. Yaklaşan, bir kadın idi. Hz. Hamza’­nın anne baba bir kardeşi olan Hz. Safiyye idi bu… Kardeşinin durumunu öğrenmek istiyordu. Önüne ge­lene Hz. Hamza’nın nerede ol­du­ğunu, kendisine nelerin yapıldığını soru­yordu.

Hz. Re­sû­lul­lah, yaklaşmakta olduğunu görünce, oğlu Hz. Zübeyr b. Av­vam’a, “Annene söyle; geri dönsün, kardeşinin cesedini görmesin” diye em­ret­ti.

Hz. Zübeyr, annesini karşıladı. “Anneciğim! Re­sû­lul­lah, ‘Geri dönsün’ diye emretti!” dedi.

Hz. Safiyye, “Eğer ona yapılanı görmemek için dönecek­sem, ben zaten kar­de­şimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmişim. O, bu musibete Allah yo­lun­da uğramıştır. Biz, Allah yolunda bundan daha beterine de râzıyız. Seva­bını Al­lah’tan bekleyeceğiz. İnşallah sab­redip katlanacağız”[69]diye kahramanca ce­vap verdi.

Hz. Zübeyr, gelip durumu haber verince, Efendimiz, Hz. Safiy­ye’­nin, kar­deşi Hz. Hamza’yı görmesine müsaade buyurdu.

Hz. Safiyye, Şehitlerin Efendisi olan kardeşinin yanına vardı, başucunda oturdu, sessizce ağlamaya başladı. Yanında duran Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bu hazin ve ibretli manzaraya Hz. Fâtıma da gelip gözyaşlarıyla katılınca, ortalığı bir başka duygulu, içli ve acıklı hava kapladı. Allah’ın kaderine gönülden tereddütsüz teslim olmuş Hz. Safiyye, musibete karşı sabrın ifadesi olan “İnnâ lillah ve innâ iley­hi râciûn” ayet-i kerimesini okudu, aziz kardeşine de Allah’tan rahmet ve mağrifet dile­ğinde bulundu.[70]

O esnada Hz. Cebrail geldi; Peygamber Efendimize, Hz. Hamza’nın gök­lerde, “Allah’ın ve Re­sû­lul­lah’ın Arslanı” diye yazılmış olduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem, bu müjdeyi Hz. Safiyye’ye iletti.[71]

Abdullah b. Cahş’ın Başına Gelenler
Muharebenin şiddetli gününde Abdullah b. Cahş ile Sa’d b. Ebî Vakkas Haz­retleri, bir kenara çekilip Cenab-ı Hakk’a dua etmişlerdi. Sa’d, “Yâ Rabbi! Bir büyük düşmana rastgelip cenk ederek ona galip ve muzaffer olayım!” diye dua etmişti. Abdullah b. Cahş (r.a.) ise, onun duasına “Âmin” dedikten sonra, “Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım, onunla çarpışayım ve sonunda şe­hit olayım. Bur­num ve kulaklarım kesilsin. Yarın mahşer gününde Cenab-ı Hak bana, ‘Burnun ve kulakların nerede kesildi?’ diye sorunca, ‘Yâ Rabbi! Se­nin ve Resûlünün yolunda kesildi’ diye cevap vereyim” şeklinde dua etmişti.

Şehitler arasında Abdullah b. Cahş da vardı ve aynen, dua ettiği gibi burnu ve kulakları kesilmişti. Bunu gören Sa’d b. Ebî Vakkas hayretini gizleyemedi.

Pey­gam­be­ri­miz, Mus’ab b. Umeyr’in Cesedi Başında
Şehitler arasında İslam ordusunun sancaktarı Hz. Mus’­ab b. Umeyr de var­dı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun yanına vardı, “Mü’­minlerden öyle yi­ğitler vardır ki onlar Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” meâlin­de­ki ayet-i kerimeyi okudu.[72]

Hz. Mus’ab’a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaf­tanı vardı. Sahabeler, bu kaftanını baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayak ta­rafına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyor­du. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu du­rumu görünce, “Baş tarafını kaftanı, ayaklarını ise ızhır otu (bir çeşit kokulu ot) ile örtünüz” diye emretti.

Allah yolunda, Re­sû­lul­lah ve İslam uğrunda her fedakârlığı göstermek, her meşakkati göze almak ve sonunda şehit olmak, şehit olduktan sonra ise örtüle­cek kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak! İbret ve şeref dolu bir sahne!

Bütün bunlardan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, şehitlerin namazlarını kıl­dı. O zaman, Uhud şehitlerinin namazlarının kılın­ma­dığı, defnedildikten se­kiz sene sonra kılındığı da rivayet edilmiş­tir.[73]

Daha sonra Peygamber Efendimiz, üzerlerindeki silah ve zırhları çıkarıl­dık­tan sonra şehitlerin kanları ve kanlı elbiseleri ile gömülmelerini emretti. Sa­ha­be­ler, “Yâ Re­sû­lal­lah, önce hangilerini def­nedelim?” diye sordular. Resûl-i Ek­rem, “En çok Kur’an bileni ön­ce defnediniz” buyurdu.[74]

Hz. Ali’nin Keşfe Gönderilmesi
Resûl-i Ekrem, müşriklerin Medine üzerine yürüyüp, kadınlarla çocukları yok etmelerinden endişe duyuyordu. Bunun için düşmanın gerçekten Mekke’ye gidip gitmediğini öğrenmek istiyordu. Hz. Ali’yi huzuruna çağırdı ve “Git, müşrikleri takip et! Gör bakalım, ne yapıyorlar, ne yapmak istiyorlar? Eğer onlar develerine biniyor, atlarını ise yedeklerine alıyorlarsa, Mekke’ye dön­mek istiyorlar de­mekti; şayet, atlara biniyor, develeri sürüyorlarsa, niyet­le­ri Medine’ye yürümektir” diyerek kendisini keşfe me­mur kıldı.

Müşrikleri takibe çıkan Hz. Ali, develere bindiklerini, atlarını ise yedekte gö­türdüklerini gördü. Gelip durumu Resûl-i Ekrem’e haber verdi.

Pey­gam­be­ri­mizin Harp Sonrası Duası

Şehit sahabeler defnedildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahit­lerle birlikte Medine’ye dönmek üzere harekete geçti. Harre mevkiine geldi­ğinde, ordusunu durdurarak Rabb-i Rahîm’ine şu içli niyazı yaptı:

“Allahım! Hamd ve senâ ancak sanadır.

“Allahım! Senin açıp yaydığını dürecek, senin dürdüğünü de açıp yayacak, hiçbir kuvvet yoktur. Senin dalâlette bıraktığını hidayete erdirecek yok, senin hidayete erdirdiğini de saptıracak yoktur. Senin vermediğini kimse veremez ve senin verdiğini de kimse engelleyemez.

“Allahım! Rahmet ve bereketini, fazl ve keremini bize aç, yay üzerimize!

“Allahım! Ben, yoksul olduğum günde senden nimet, korkulu olan günde de emniyet dilerim!

“…

“Allahım! İmanı sevdir bize! Kalplerimizi imanla süsle! Küfür, isyan ve tuğ­yandan nefret ettir bizi! Din ve dünyamıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğ­ru yola erenlerden eyle bizi!

“Allahım! Bizleri, Müslüman olarak yaşat, Müslüman olarak öldür! Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine kat; ki onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenler ve ne de dinlerinden dönenlerdir.

“Allahım! Senin Peygamberini yalanlayan, senin yolun­dan yüz çeviren, Pey­gamberinle savaşan kâfirlerin cezalarını ver, onlara hak ve gerçek olan aza­bı indir!”[75]

Fahr-i Kâinat’ın bu içli, hazin ve düşündürücü duasına mücahit­ler de “âmin”lerle katılıyorlardı.

Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu duasını kabul buyuracak, İslam dininin düşmanlarını kısa zamanda mahv-ü perişan edecektir!

Medine’ye Dönüş ve Karşılanış
Ensar kadınları Medine sokaklarına dökülmüşlerdi; gelen orduyu seyredi­yorlar, Hz. Re­sû­lul­lah’ın sağ salim gelip gelmediğini öğrenmek ve görmek is­tiyorlardı. İslam ordusu 7 Şevvâl Cumartesi günü akşamüzeri Medine’ye giri­yordu. Kadınlar, şehit olan erkekleri için ağlıyorlardı. Bunu duyan Resûl-i Ek­rem’in de gözlerinden yaşlar aktı.

Sadâkatin Böylesi

Atı üzerinde bulunan Peygamber Efendimize bir kadın yaklaştı. Bu kadın, Efendimizin atının dizginini elinde tutan Sa’d b. Muaz’ın annesi Ubeyd kızı Keb­şe idi. Uhud’da oğlu Amr b. Muaz’ı şehit vermişti. İçi acıyla buruk bu­ruktu. Resûl-i Ekrem’e iyice yaklaştı, onun nurani simasına başını kaldırıp bak­tı ve “Babam anam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Seni sağ sâlim gördüm. Sen sağ sâlim olunca hangi felâkete uğrarsam uğrayayım bana hiç gelir!” diye ko­nuş­tu.

Bunu da oku :  Hendek Savaşı

Bu cümleler, gerçek imanın ve Resûl-i Ekrem Efendimize sonsuz sadâkatin ifadesiydi. Şehit düşen oğlunu sormuyor, Hz. Re­sû­lul­lah’ın sağ salim dönme­sinden dolayı hadsiz sevinç duyuyordu.

Resûl-i Ekrem de, bu kahraman İslam kadınına şehit olan oğlundan dola­yı taziye diledi ve “Ey Sa’d’ın annesi (Sa’d b. Muaz)! Sana ve onun ev halkı­na müjdeler olsun ki onlardan şehit düşenlerin hepsi cennette toplandılar ve bir­birlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halklarına da şefaat edeceklerdir” bu­yur­du; sonra da, Keb­şe Hâtun’un arzusu üzerine, ev halkına şu duada bu­lundu:

“Allahım! Onların kalplerinde bulunan üzüntüleri yok et; geri kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı kıl!”

Kalbi, nübüvvet iksiriyle temas halinde olan sahabenin, Allah ve Resûlü için göze alamayacağı fedakârlık, zahmet ve meşakkat yoktu. Öz evladını da kay­bet­se, bu yolda yine sabırlı, yine mütehammil olurdu. Zira, İslam davasının an­cak fedakârlıklar, feragat ve meşakkatlerle yücelebileceğini gayet iyi bili­yordu. İslam uğrunda, Re­sû­lul­lah uğrunda gösterilecek fedakârlıkların, Allah katında en makbul fedakârlık olduğunun derin şuurunda idiler. Onun içindir ki Kâina­tın Efendisi, onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Cenab-ı Hak, ashabımı —nebi ve resûller hâriç— bü­tün âlemin üze­rine üs­tün ve seçkin kıldı!”[76]

Pey­gam­be­ri­miz Hâne-i Saadetinde
Uhud’dan dönen sahabeler, mağlubiyetin kalplerinde meydana getirdiği acı ve buruk bir hava içinde evlerine dağılırken, Peygamber Efendimiz de hâne-i saa­detine gitti. Kızı Hz. Fâtı­ma’ya kılıcı Zülfikâr’ı uzatarak, “Yavrucuğum, al bu­nun kınını yıka. Vallahi, o, bu­gün yapacağı vazifeyi bîhakkın yaptı!” bu­yur­du.[77]

Kâinatın Efendisi, ümitli idi. Tattığı bu acı mağlubiyetten dolayı asla me’yus değildi. Hak ve hakikatin er geç şerre ve bâtıla galip geleceğini çok iyi biliyordu. Kızı Hz. Fâtıma’ya söylediği, “Allah, fethi bize nasip edinceye ka­dar, müşrikler bizi bir daha böyle bir musibete uğratamayacaklardır”[78]sözü bu gerçeği aksettiriyordu.

Medine’ye gelen Pey­gam­be­ri­miz, hâlâ müşrik tehlikesinden emin değildi. Yarı yoldan dönüp şehre ani baskın yapma tehlikesi her an muhtemeldi. Bu se­beple bütün gece Müslümanlar, hâne-i saadetin kapısında nöbet tuttular.

Pey­gam­be­ri­mizin Bir Yetimi Evlat Edinmesi!

Uhud mağlubiyeti neticesinde birçok Müslüman kadın dul kalmış, birçok anne ciğerpârelerini kaybetmiş ve birçok çocuk da yetim kalmıştı. Hepsi de, acılarını dindirmek, üzüntülerini giderip ruh­larını teselliye kavuşturmak için Pey­gamber Efendimize koşuyorlardı. O da, onların dertlerine derman olmaya çalışıyordu.

Büceyr isminde melek yüzlü bir çocuk da, yarasının sarılması için Efendi­mize koşanlar arasındaydı. Uhud’da babası Ak­rabe şehit olmuştu. Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna babasız kalmanın verdiği ızdıraptan ağlayarak girmiş, onun şefkat ve merhamet duygularını coşturmuştu.

Resûl-i Ekrem, Büceyr’in derdine derman oldu. “Ey sevimli çocuk! Ne diye ağlayıp duruyorsun? Sus, ağlama! Baban ben, annen de Âişe olursa râzı olmaz mısın?” dedi.

Bu teklif karşısında henüz şefkate muhtaç yaşta bulunan Büceyr’in gözleri­nin içi güldü. Üzüntüsünü, kederini unuttu ve babasız kalmanın verdiği ezik­lik duygusundan kurtularak, “Babam anam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Râ­zı olurum el­bet!”[79]diyerek sevincini izhar etti.

Resûl-i Ekrem, şefkatli elleriyle sevimli çocuğun başını okşadı ve “Adın ne?” diye sordu.

Çocuk, “Büceyr…” dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hayır! Sen, Beşir’­sin!” buyurarak ismini değiştirdi.

Pey­gam­be­ri­mizin kendisine verdiği yeni ismiyle Beşir, sonradan şöyle diye­cektir:

“Başımda Re­sû­lul­lah’ın elinin değdiği yerlerdeki saçlarım siyah kaldı, diğer taraftaki saçlarım ağardı. Dilimde pelteklik vardı; peltek­liğim de o andan itiba­ren geçti gitti!”[80]

Hamraü’l-Esed Seferi
Uhud’dan Medine’ye dönen Peygamber Efendimizin gönlü bir türlü rahat değildi. Ku­reyş müşriklerinin geri dö­nüp Medine’ye saldırmaları ihtimalini göz önünde bulunduruyordu.

Ayrıca Uhud mağlubiyetinin Müslümanlar aleyhinde gerek içte ve gerekse dışta meydana getirdiği bir menfi hava vardı. Bu havanın da bir an evvel ber­taraf edilmesi gerekiyordu. Müslümanların es­ki güç ve cesaretlerini koruduk­ları, etrafa gösterilmeliydi.

Peygamber Efendimiz, Uhud’dan Medine’ye Cumartesi günü dönmüş idi. Pazar günü sabah namazını kıldırdıktan sonra Hz. Bilâl’i huzuruna çağırdı ve “Re­sû­lul­lah, düşmanınızı takip etmenizi size emrediyor! Dün, Uhud’da bi­zim­le birlikte çarpışmada bulunmayanlar gelmeyeceklerdir. Sadece, Uhud’a katı­lanlar geleceklerdir!” diye seslenmesini kendisine emretti.[81]

Sahabelerin çoğu Uhud’dan yaralı dönmüşlerdi. Buna rağmen Re­sû­lul­lah’ın İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda çarpışmak için yaptığı davete icabet etmede asla tereddüt göstermediler.

Yaralı İki Kardeşte Cihat Aşkı

Abdü’l-Eşheloğullarından iki kardeş olan Abdullah ile Râfi’ b. Sehl, ağır ya­ralı idiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyunca bir anda yaraları­nın ağrı sızısını sanki unutuverdiler ve “Ne yapıp da bu davete katılabiliriz?” diye düşünmeye başladılar. “Binecek bir bineğimiz bile yok! Yoksa Re­sû­lul­lah’la gazâya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız?” diyorlardı.

Abdullah, Rafi’e, “Haydi, gidelim” deyince, Rafi, “Vallahi, benim yürümeğe takatim yok!” diye cevap verdi.

Abdullah diretti:

“Haydi, gel! Olmazsa, bir hayvan kiralarız!”

Sonunda yola çıktılar. Rafi takatten kesilince, Abdullah onu sırtlıyordu. Böylece mücahitlere katıldılar.[82]

Ağır yaralılardan biri de, Üseyd b. Hudayr adındaki sahabeydi. Yedi ağır yarası vardı. Onların tedavisiyle meşgul olmak istiyordu. Fakat Resûl-i Ek­rem’in emrini duyunca, yaralarının tedavisini bir tarafa bırakarak mücahit­lere katıldı.

Medine’den Ayrılış
Resûl-i Ekrem Efendimiz de bizzat yaralı idi. Yüzünde iki halka yarası var­dı; alnı yarılmıştı; azı dişi kırılmış, dudağı yarılmıştı; sağ omuzu yaralan­mıştı. Bu haliyle sefere çıkıyordu. Mescide girip iki rekât namaz kıldı. Sonra da zırhlı gömleğini giydi ve miğferini başına geçirdi. Gözlerinden başka yeri gö­rün­mü­yordu. Bu haliyle ordusunun başına geçti. Sancağı Hz. Ali’ye verdi, ye­rine de Abdullah b. Ümmî Mektum’u vekil bırakarak Medine’den ayrıldı.

Keşif Kolu
Peygamber Efendimiz önden üç kişilik bir keşif kolu gönderdi. Biri yorulup yolda kaldı. Ku­reyşliler, diğer iki gözcüyü fark ettiler ve fırsat kollayarak on­ları yakalayıp şehit ettiler.

Resûl-i Ekrem, Hamraü’l-Esed mevkiine vardı, karargâ­hını orada kurdu. Şe­hit edilen gözcülerden ikisini de ora­da bir kabre defnetti. Sonra geceleyin yak­mak üzere mücahitlere odun toplamalarını emir buyurdu. Gece olunca bü­tün ateşler yakıldı. Yakılan beş yüze yakın ateş, etrafa bir korku ve dehşet sal­dı. Müşrik ordusu ortalıkta görünmüyordu. Sadece uyuyup kalan biri ya­ka­landı. Bu adam, Bedir’de Müslümanların eline düşen, fakat bundan sonra Pey­gam­be­ri­mize ve Müslümanlara şiirleriyle eziyet ve hakaret etmeyeceğine dair söz verince fidyesiz salıverilen şâir Ebû Azze idi. Verdiği sözünde durma­mış ve tekrar Uhud’a gelerek müşrikleri şiirleriyle Müslümanların aleyhinde tahrik edip durmuştu.

Ebû Azme, yine Peygamber Efendimizden, serbest bırakılması için dilekte bulundu. Ancak bu sefer aldığı cevap sert ve kesin oldu: “Mü’min, bir yılanın de­li­ğinden iki kere sokulmaz. Vallahi, bundan sonra seni serbest bırakarak Mek­ke’de ellerini yanaklarına sürüp ‘İki kere Muhammed’i aldattım, onunla gö­nül eğlendirdim!’ dedirtmem!” Emir üzerine, boynu vuruldu.[83]

Huzaalı Mabed’in Pey­gam­be­ri­mizle Konuşması

Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz Hamraü’l-Esed mevkiinden ayrılmış de­ğildi. Bu sırada Tihame bölgesinde oturan Hu­zaalılardan Ma’bed b. Ebî Ma’bed huzuruna geldi. Huzaalıların Müslümanları ka­dar müşrik olanları da Peygam­ber Efendimize son derece bağlı idiler; olup bitenlerden hiçbir şeyi on­dan giz­le­mezlerdi.

Mabed, henüz Müslümanlığı kabul etmemişti, ama Resûl-i Ekrem Efendi­mize sâdık biri idi.

“Yâ Muhammed! Uhud musibeti bizim de gücümüze gitti. Allah’ın onlara karşı sana sıhhat ve âfiyet vermesini dileriz!” diyerek Peygamber Efendimize bir nevi teselli vermeye çalıştı.

Bunu da oku :  Hz. Aişe ve Evliliği

Mabed, Peygamber Efendimizle bu konuşmasından sonra yoluna devam et­ti. Revha denilen mevkide müşriklerin toplantı halinde olduklarını gördü. On­lar, Müslümanların üzerine yürümek maksadıyla bu toplantıyı tertiplemiş­lerdi. Şöyle diyor­lardı:

“Muhammed’in sahabelerini, en şerefli ve en cesur adamlarını öldürdük, fa­kat onların köklerini tamamıyla kazımadık. Bu durumda Mekke’ye nasıl gi­de­ce­ğiz? Onlardan geri kalanlarının da üzerine yürüyüp işlerini bitirmeliyiz!”

Görüldüğü gibi, gelişmeler, Peygamber Efendimizin kanaatini doğrulu­yordu. Müşrikler dönüp Medine üzerine yürümeyi düşünüyorlardı.

Mabed’le Ebû Süfyan Arasında Geçen Konuşma
Ku­reyş’in reisi Ebû Süfyan, Mabed’le karşılaşınca, “Ey Mabed! Geldiğin yerden ne haber?” diye sordu.

Mabed, “Muhammed ve sahabeleri, şimdiye kadar bir benzeri daha görül­memiş sayıda askerle takibinize çıktılar!” diye cevap verdi.

Ebû Süfyan hayretle, “Eyvah! Neler söylüyorsun sen?” dedi.

Mabed gayet sâkin bir eda ile “Vallahi, sen buradan ayrılmadan, atların alınlarını görürsün” diye konuştu. Ebû Süfyan, hiddetli hiddetli, “Vallahi, biz de onlara saldırmak için bir araya gelmişiz. Geri kalanlarının da köklerini ka­zıyacağız!” dedi.

Mabed, Ebû Süfyan’ın hiddetine aldırmadan, “Ben” dedi. “Sana, böyle teh­likeli bir işe girişmemeni tavsiye ederim! Vallahi, ben o kalabalığı görünce, haklarında bazı beyitler söylemekten kendimi alamadım.”

Ebû Süfyan’ın hiddeti meraka döndü. “Neler söyledin bakayım!” dedi. Ma­bed şiirine başladı:

“Çokluklarından ve dehşetli gürültülerinden, az kalsın hayvanım korku­sundan yere düşecekti!

“Sanki, yeryüzünde insan ve at seli akıyordu. Yanlarında mızrak ve kal­kan­ları bulunmayan, silahsız, bodur ve şanlı arslanlar koşuşuyorlardı sanki!

“Ağırlıklarından yeryüzü çökecek sandım!

“Acele yanlarından uzaklaştım.

“Onlar, yalnız olmayan ve yardımsız kalmayan reisleriyle yükselmişler!

“Onlar, sizinle karşılaşınca, Betha vadisi, sâkinleriyle beraber sallanacak!

“‘Yazık oldu!’ dedim, ‘Ebû Süfyan b. Harb’a!’

“Ben, güneşin altında kavrulan Mekkeliler ve onlardan her düşünen kimse için, neticenin dehşetli olacağını haber veren ikazcıyım!

“Anlatmaya çalıştığım ordu Ahmed’in ordusudur ki o ordu bayağı insan­lardan teşekkül etmemiştir!

“Tavsiflerim ve ikazlarım da boş lâflardan ibaret değildir.”[84]

Mabed’in şiirini beğenip öven Ebû Süfyan’la arkadaşlarının kalplerine kor­ku düştü. Müslümanlar üzerine yürüme kararından vazgeçip Mekke’nin yolu­nu tuttular. Müslümanlar lehine büyük bir hizmet ifa etmiş olan Mabed ise, kabilesinden biriyle durumu Peygamber Efendimize bildirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hamraü’l-Esed’de üç gece kal­dı; düş­mandan her­hangi bir hareket görmeyince Medine’ye döndü.

Bu sefer, mevkiin adına nisbetle Hamraü’l-Esed Seferi olarak da anılır. Bu sefer münâsebetiyle inen ayet-i kerimelerin birkaçında meâlen şöyle buyrul­du:

“Yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Resûlünün davetine icabet edenler ve hele onlardan iyilik edip fenalıktan sakınanlar için çok büyük mükâfat vardır.

“Onlar öyle kimselerdir ki halk, kendilerine ‘Düşmanlarınız, size karşı ordu hazırladılar; o halde onlardan korkun’ dedi de, bu söz onların imanlarını ar­tırdı ve üstelik ‘Allah bize kâfidir ve O ne gü­zel vekildir!’ dediler.”[85]

Uhud Mağlubiyetinin Bazı Hikmetleri
Uhud Muharebesi’nde Müslümanların mağlup duruma düşmeleri, bir kıs­mı­nın yaralanması, diğer bir kısmının şehit olmasının birtakım hikmetleri var­dı:

1) Allah ve Resûlünün emirlerine en ufak bir muhalefetin Müslümanları büyük bir felâketle karşı karşıya getirebileceği, bu musibetle gayet açık bir su­rette anlaşılmıştır. Zira, Peygamber Efendimiz, Ayneyn tepesine yerleştirdiği ok­çulara, yerlerinden ayrılmamaları için şiddetli emir verip tembihlediği hal­de, onlar, “Müslümanlar galip geldiler” düşüncesiyle yerlerini terk ederek bu emre muhalefet ettiler. Yerlerini terk etmeleri neticesinde ise, Müslümanla­rın elde ettikleri parlak muzaf­feriyet bir anda acı bir mağlubiyete döndü.

2) Peygamberlerin de dünya mihnet ve meşakkatinden uzak kalmayacakları dersi verilmiştir. Zira, onlar, insanlara her hususta rehber gönderilmişlerdir. Peygamber Efen­dimiz de, bütün insanlığa mutlak rehber ve imam olarak gön­derilmiştir; ta ki insanlar, gerek şahsî ve gerekse içtimaî hayatlarını alâkadar eden düsturları ondan öğrensin. Eğer İlâhî yardıma mazhar olup, her halinde harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit mutlak imam ve insanlı­ğın en büyük rehberi olamazdı.

Bu hikmete binaendir ki Peygamber Efendimiz, yalnız davasını tasdik et­tirmek için ara sıra ihtiyaç duyulduğunda, münkirlerin inkârlarını kırmak için mucize göstermiştir; sâir zamanlarda o da diğer insanlar gibi Cenab-ı Hak­k’­ın kâinata koyduğu adetullah kanunları çerçevesinde hareket ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “sipere girmeyi” emrederdi. Uhud’­da olduğu gibi de yara alır, zahmet çekerdi. Ayrıca şayet Pey­gamber Efendimiz, her zaman İlâhî yar­dıma mazhar olup mucize­ler göstermiş olsaydı, o zaman aklı bir nevi imana icbar etmiş duruma girerdi. Bu ise, dünyadaki imtihanın sırrına aykırı olurdu. O zaman, ister istemez Ebû Cehil de, Ebû Leheb de iman edip Hz. Ebû Bekir es-Sıddık safına geçecekti. Gerçek Müslümanlarla münafıkların birbirlerinden ayırt edilmesi bu durumda mümkün olmazdı.

Bilhassa, muharebeler esnasında, İlâhî yardımların zaman zaman gecikmesi neticesinde, kalben iman etmemiş münafıklar, sözleri ve davranışları ile ken­dilerini açığa vuruyorlardı. Böylece, onları tanıyabilme imkânı da doğ­muş oluyordu.

3) Müşrikler içinde, o zamanda, sahabeler safında bulunan büyük sahabe­le­re istikbâlde mukabil gelecek Hz. Hâlid b. Velid, Amr b. Âs gibi birçok zât var­dı. Denilebilir ki hikmet-i İlâhîyye, istikbâl­de sahabeler safında yer alıp bü­yük hiz­metler görecek olan bu zât­ların şanlı ve şerefli olan istikbâlleri nokta-i naza­rın­da bütün bü­tün izzetlerini kırmamak için, istikbâlde elde edecekleri ha­se­natlarına bir peşin mükâfat olsun diye, bu galibiyeti onlara vermiş.

“Demek, mâzideki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlup ol­muşlar; ta o müstakbel sahabeler, berk-i süyûf [kılıç] kor­ku­suy­la değil, belki barika-i hakikat şevkiyle İslamiyete girsin ve o şehamet-i fıtrîyeleri çok zillet çekmesin!”[86]

[62] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 89.
[63] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89.
[64] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 125.
[65] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 324; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 13.
[66] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 99-100; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Taberî, Tarih, c. 3, s. 24.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14.
[68] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102; İbn- Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 360.
[69] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103.
[70] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102.
[71] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.13-14.
[72] Ahzab, 23.
[73] Buharî, Sahih, c. 2, s. 26.
[74] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 174; Nesaî, Sünen, c. 4, s. 83.
[75] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 424.
[76] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 2, s. 119.
[77] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 106.
[78] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 106.
[79] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 176.
[80] İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 154.
[81] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 49.
[82] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 107.
[83] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 110-111; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 108-109.
[85] Âl-i İmrân, 172-173.
[86] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 26.

(Visited 181 times, 1 visits today)

Related posts

Leave a Comment