Hicret’in 3. senesi 7 Şevvâl / Milâdî 625
Kureyş müşrikleri, Bedir’de uğradıkları hezimetin acısını bir türlü unutmak istemiyorlardı, daha doğrusu unutamıyorlardı. İleri gelenlerinden birçoğunu bu savaşta kaybetmişlerdi. Bir avuç Müslümandan yedikleri ağır darbeyle izzet-i nefisleri kırılmıştı. Civar kabileler nezdindeki prestijleri de haliyle sarsılmıştı.
Ayrıca sahilden giden Şam ticaret yollarının Resûl-i Ekrem tarafından devamlı kontrol altında tutulması da ticarî hayatlarına oldukça ağır darbe vuruyor, onların askerî ve iktisadî mukavemetlerini kırıyordu. Kureyş müşrikleri bu sefer Irak yoluyla Şam’a ticaret kervanlarını göndermeye başlamışlardı; ama burası da Peygamberimiz tarafından kısa zamanda haber alınmış, gönderdiği seriyye ile bu yoldan giden ticaret kervanları kıstırılarak, mallarına el konulmuştu.
Haliyle, bu durumlar, zaten Bedir hezimetinin acısıyla yanıp tutuşan Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı kin ve husumetlerini artırıyor, intikam alma duygularını harekete getiriyordu. İlk fırsatta bu intikam hislerini tatmin için adeta can atıyorlardı. Bedir’den sonra giriştikleri bir iki küçük baskın hareketi, onların bu kinlerini dindirme yerine, bozguna uğrayan kendileri olduğu için, daha da kabartmıştı.
Kureyş İleri Gelenlerinin Teklifi
Daha önce, Ebû Süfyan idaresinde Şam’a gönderilmiş olan büyük ticaret kervanı, Resûl-i Ekrem’in kumandasındaki Müslüman kuvvetlerin eline düşmekten kıl payı kurtulup Mekke’ye zor gelebilmişti. Hemen arkasından Bedir Harbi’nin patlak vermesi, kervandaki malların taksimini geciktirmişti. Mallar olduğu gibi “Dâru’n-Nedve”de muhafaza edilmekteydi.[1]
Bu sırada, bilhassa Bedir Savaşı’nda yakınlarını kaybetmiş olanlar ve bunların da içinden Cübeyr b. Mut’im, Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebû Cehil gibi Kureyş’in ileri gelenleri sayılabilecek kimseler, Ebû Süfyan’a şu teklifte bulundular:
“Muhammed, büyüklerimizi öldürerek bizi perişan etti. Onlardan intikam alma zamanı artık gelmiştir. Kervandaki malların sermayesini sahiplerine verelim, kârıyla da Müslümanlara karşı harp hazırlığı yapalım!”[2]
Teklif oy birliğiyle kabul edildi.
Mallar satılarak altına dönüştürüldü: Toplam yüz bin altın… Hisse sahiplerine sermayeleri olan elli bin altın verildi. Kârıyla da süratle harp hazırlığına başlandı.[3]
Bedir’den gözü korkan Mekkeli müşrikler, bu sefer büyük bir ordu hazırlamak kararında idiler. Sadece mahallî gönüllü askerler, hatta devamlı müttefikleri bulunan Ahabiş[4]kabilesi askerleriyle de iktifa etmiyorlardı. Arabistan Yarımadası’ndaki diğer kabileleri de yanlarına almak istiyorlardı. Bunun için hususî bir heyeti görevlendirdiler ve o kabileleri kandırmak için de özel bir fon ayırdılar. Bu fonla diğer kabilelerden paralı askerler kiralayacaklardı.
Kendileri Mekke’de süratle harp hazırlıklarını sürdürürken, görevlendirdikleri, içlerinde birçok ünlü kişinin, şâirin, hatibin de bulunduğu propaganda heyeti ise, bütün Arabistan Yarımadası’nı karış karış dolaşıyor, anlaşabileceklerini tahmin ettikleri kabilelere, girişecekleri hareketin mahiyetini anlatarak, halkı Peygamberimize karşı ayaklandırmaya var güçleriyle uğraşıyorlardı. Bir şâirin tek bir sözü, bir hatibin tek bir hitabesi için kabilelerin icabında birbirlerine girdiklerini, kanlar akıttıklarını kaydedersek, şâir ve hatiblerin bu harekete katılmaya teşvikte ne derece müessir oldukları kendiliğinden anlaşılmış olur.
Müşrik Ordusu Hazır
Civar kabilelerden gelenlerin ve parayla kiralanan askerlerin de katılmasıyla şirk ordusu tam üç bin kişiyi buldu. Yedi yüz zırhlı, iki yüz atlı ve üç bin de deve vardı.[5]
Askere moral vermek, onları harbe teşvik etmek, heyecanlarını devamlı diri tutmak için orduya kadınlar da katıldı. Türkü söyleyecek, def çalacak ve askerlerin moral gücünü takviye edeceklerdi!
Komutan, Ebû Süfyan Sahr b. Harp idi. Kadınlar kolu da Ebû Süfyan’ın karısı ve Bedir’de babasını kaybeden Hind’in kontrolü altında bulunuyordu. Gönlü kin dolu bu kadın, Bedir’de öldürülen yakınlarının intikamını alacaklarına dair kadınlara yemin bile ettirdi.
Kureyş ordusunun üç sancağı vardı. Birini Süfyan b. Uveyf, birini Talha b. Ebî Talha, üçüncüsünü de Ahâbiş kabilesinden biri taşıyordu.
Kureyş, hazırlıklarını böylece tamamlamış ve yirmi gün sürecek uzun bir sefere Mekke’den hareketle çıkmış bulunuyordu.
Medine’ye Gelen Haber
Medine’ye, Peygamber Efendimize bir haber geldi. Haberi getirmek üzere görevlendirilen adam, mektubu Resûl-i Ekrem’e heyecan ve telâş içinde uzattı. Açılan mektupta, Kureyş müşriklerinin hazırlıklarını tamamladıkları ve Medine üzerine yürümek için yola çıktıkları yazılıydı.
Mektubun altındaki imza, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’a âitti. Resûl-i Ekrem’in emriyle, hem oradaki Müslümanlara yardımcı olmak, hem de olup bitenlerden kendilerini haberdar etmek maksadıyla Mekke’de oturmaya devam ediyordu. Hatta bir ara Medine’ye gelmek arzusunu izhar edince, Resûl-i Ekrem, “Sen bulunduğun yerde daha güzel cihat etmektesin. Senin Mekke’de oturman daha hayırlıdır”[6]buyurmuştu.
Peygamber Efendimiz, ilk anda mektubun muhteviyatını gizli tuttu ve birkaç kişiden başkasına bildirmedi. Fakat “Kötü haber çabuk yayılır” hesabı, Kureyş’in Medine üzerine yürüdüğü haberi çarçabuk etrafa yayıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce Kureyş ordusunun durumunu gözetleyip tahkik etmek maksadıyla birkaç sahabeyi Mekke’ye doğru gönderdi. Mücahitler, yolda Kureyş ordusunu gördüler ve durumunu öğrendikten sonra Medine’ye gelip durumu Peygamber Efendimize haber verdiler.
Mücahitlerin getirdiği haber, Hz. Abbas’ın mektupta yazdıklarına aynen uyuyordu.
Kureyş Ordusu Uhud’da
Mekke’den ayrılıp süratle yol alan Kureyş ordusu, Şevvâl ayının başlarında bir Çarşamba günü gelip Uhud dağının yakınında bulunan Ayneyn tepesi yanında karargâhını kurdu.
Peygamberimizin Rüyası
Bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, gördüğü bir rüyayı ashabına anlattı: “Ben kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikâr’ın ağzında ise, bir gediğin açıldığını gördüm. Boğazlanmış bir sığır, arkasından da bir koç gördüm.”
Ashab-ı kiram, “Bunu ne şekilde tâbir ediyorsun yâ Resûlallah!” diye sordular.
Hz. Resûsullah’ın cevabı şu oldu:
“Sağlam zırh giymek Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir. Kılıcımın ağzında bir gediğin açılmasını görmüş olmam, bir zarara uğramayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, ashabımdan bir kısmının şehit edileceğine işarettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince… O, askerî bir birliğe işarettir ki inşallah Allah onları öldürecektir!”[7]
Bir başka rivayete göre, Peygamber Efendimiz rüyasını, “Rüyamda kılıcı yere çarptım; ağzı kırıldı. Bu, Uhud günü mü’minlerden bazılarının şehit düşeceklerine işarettir. Kılıcı tekrar yere çarptım; eski, düzgün haline döndü. Bu da, Allah’tan bir fetih geleceğine, mü’minlerin toplanacağına işarettir”[8]şeklinde anlatıp yorumlamıştır.
Peygamber Efendimizin bir Cuma gecesi gördüğü bu rüya, ashapla harp hususunda yapacakları istişareye de tesir edecektir.
Ashapla İstişâre
Resûl-i Ekrem Efendimiz, ensar ve muhacirlerin ileri gelenlerini bir araya topladı ve kendileriyle bu hususta istişarede bulundu.
Peygamberimizin kanâati, gördüğü rüyanın da ilhamıyla, Medine’yi bizzat içeriden müdafaa etmekti. Buna rağmen Müslümanların da görüşlerine başvurup onların da kanaatlerini öğrenmek istiyordu.
Ashabın ileri gelenlerinin birçoğu da, Peygamber Efendimizin bu kanaatine iştirak etti. O âna kadar hiçbir toplantıya çağrılmayan münafıkların reisi Abdullah b. Übey de bu istişareye çağrılmıştı. O da Medine’de kalma fikrindeydi.
Ancak Bedir Gazâsı’nda bulunmayan kahraman ve genç sahabeler, Bedir’de bulunan gâzilerin nâil olduğu ecr ve sevabı, Bedir şehitlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Resûl-i Ekrem Efendimizden işitmekle, o harpte bulunmadıklarından dolayı son derece üzülmüşlerdi. Bu sebeple, düşmanı Medine dışında karşılama arzusunu taşıyor ve bu arzularında şiddetle ısrar ederek şöyle diyorlardı:
“Yâ Resûlallah! Vallahi, onların Câhiliyye devrinde bile Medine’ye, üzerimize yürümelerine meydan ve imkân verilmemiştir. İslamiyet devrinde onların Medine’ye, üzerimize yürümelerine nasıl müsaade buyrulur? Yâ Resûlallah! Biz, Allah’tan bu günü isterdik. Bizleri dışarı çıkar. Düşmanlarımızla göğüs göğüse cenk edelim!”[9]
Bir kısmı ise şöyle diyordu:
“Yâ Resûlallah! Eğer onları dışarıda karşılamazsak, düşman bu durumu korkaklığımıza ve zaafımıza hamlederek şımarır!”
Bu arzuyu taşıyanlara, cesur ve bahadır bir zât olan Hz. Hamza, Sa’d b. Übade, Nu’man b. Mâlik gibi hatırı sayılır, ashabın ileri gelenleri de katıldı. Kahraman Hz. Hamza, “Yâ Resûlallah! Sana kitabı indiren Allah’a yemin ederim ki bu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim!” diyerek, çıkıp düşman üzerine hücum etme arzu ve görüşünü izhar etti.
Hz. Hayseme’nin Konuşması
Hz. Hayseme, Bedir Muharebesi’ne katılmak için oğlu Sa’d ile kur’a çekmişti. Kur’a, Hz. Sa’d’a çıkmıştı. Bedir Harbi’ne katılan Sa’d ise, arzuladığı şehâdet mertebesine ulaşmıştı. İşte, şehit babası Hz. Hayseme de şöyle konuşuyordu:
“Yâ Resûlallah! Kureyşliler, çöl Araplarından ve müttefikleri olan Ahâbiş’ten asker topladılar. Develerine ve atlarına binip gelerek meydanlarımıza indiler. Bizi, evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacaklar, sonra da dönüp gideceklerdir. Aleyhimizde bir sürü söz söyleceklerdir. Bu, onların cesaretlerini artıracaktır. Görüp de karşılaşmazsak ve yurdumuzun ortasından onları kovmayacak olursak, çevremizdeki Araplar da bize göz dikeceklerdir!
.
Video silinirse youtube’da ara: uhud savaşının anlatımı
“Allah Teâlâ’nın bizi, Kureyş müşriklerine karşı galip getireceği ümit edilir. Eğer ikincisi olursa —ki şehitliktir— Bedir, beni ondan mahrum kıldı. Hâlbuki, ben onu öylesine özlemiştim ki! Benim Bedir Muharebesi’ne çıkmayı arzuladığımı duyan oğlum, benimle kur’a çekmişti. Kur’a ona çıktı. Sonunda şehitlik mertebesine o ulaştı. Hâlbuki, ben şehit olmayı ne kadar arzu ediyorum! Dün gece oğlumu güzel bir surette gördüm: Cennet meyveleri ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana, ‘Cennette arkadaşlığa katıl! Ben, Rabbimin bana vadettiği gerçeği buldum!’ diyordu. Vallahi, yâ Resûlallah! Sabah gözlerimi açınca, oğluma cennette arkadaş olmayı candan özlemeye başladım. Yaşım, fazlasıyla ilerledi. Artık Rabbime kavuşmayı özlemekteyim. Yâ Resûlallah! Beni şehitlikle, cennette oğlum Sa’d’ın arkadaşlığıyla nasiplendirmesi için Allah’a dua et!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Hayseme’nin bu arzusunu yerine getirdi. Kendisi için dua etti.[10]
Ebû Said el-Hudrî’nin babası Mâlik b. Sinan ise, “Yâ Resûlallah! İki şeyden biri bizimdir: Ya Allah, bizi onlara galip ve muzaffer kılar —ki istediğimiz budur— ya da Allah, bize şehitlik nasip eder! Vallahi yâ Resûlallah! Bence bu ikisinden hangisi olursa olsun, onda hayır vardır!” dedi.
Yine kahraman bir sahabe olan Nu’man b. Mâlik ise, “Yâ Resûlallah! Ben şehâdet ederim ki rüyada boğazladığını gördüğün sığırın temsil ettiği ashabından birisi de benim! Bizi cennetten mahrum etme! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki ben cennete girsem gerektir!” diye konuştu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Ne ile?” diye sordu.
Hz. Numan, “Çünkü” dedi. “Ben, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, senin de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet eder, Allah’ı ve Resûlünü severim. Düşmanla karşılaştığım gün de yüz çevirip kaçmam!”
Peygamber Efendimiz, “Doğrusun ve gerçeği söyledin” buyurdu.[11]
Karar
Resûl-i Kibriya Efendimiz, ekseriyetin düşmanı Medine dışında karşılamak arzu ve görüşünde olduğunu anlayınca, şehirden çıkıp muharebeyi açık arazide yapmayı kabul etmeye karar verdi. Ashabına hitaben de şöyle buyurdu:
“Sabır ve sebat ederseniz bu kere dahi Cenab-ı Hak size yardımını ihsan eder. Bize düşen, azm ve gayret göstermektir!”
Kesin Karardan Sonra
Günlerden Cuma idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cuma namazını kıldırdıktan sonra, Müslümanlara cihadın faziletinden, cihada nasıl hazırlanılacağından bahsetti ve “Cihatta geri durmak, gecikmek âcizliktir. Sabır ve sebat gösterildiği zaman Allah’ın yardımı gelir. Sabır ve sebat ediniz! Sabır ve sebat ettiğiniz takdirde, Allah’ın yardımı sizinledir” buyurdu.[12]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, vakti giren ikindi namazını da cemaate kıldırdıktan sonra, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le birlikte hâne-i saadetine girdi. Bu iki sahabe, Efendimizin hazırlanmasına yardımcı olacaklardı.
Resûl-i Ekrem, içeride zırhını giymek, kılıcını kuşanmakla meşgulken, dışarıda toplanmış bulunan Müslümanları, Sa’d b. Muaz ile Üseyd b. Hudayr, “Medine’den çıkmak istemediği halde, siz, çıkmaları için Resûlullah’a ısrar edip durdunuz. Hâlbuki, ona emir gökten iner. Siz bu işi ona bırakınız, onun istediğini yapınız!” diyerek ikaz ettiler.
Bu sözler, Medine dışında düşmanı karşılamak fikrinde olanları bir derece de olsa yumuşattı; hatta pişmanlık bile duyar oldular. Resûl-i Ekrem’in zırhını giyinmiş, kılıcını kuşanmış halde evinden çıktığını görünce, “Yâ Resûlallah! Senin hoşlanmadığın şeyi biz istemeyiz. Eğer Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Sana aykırı hareket edemeyiz!” diye konuştular.
Hz. Resûlullah’ın cevabı şu oldu:
“Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, düşmanla çarpışmadan ve Allah, onunla düşmanları arasında hükmünü vermeden zırhını sırtından çıkarmak yakışmaz.”[13]
Arkasından da şöyle buyurdu:
“Süratle, size emrettiğim şeyleri yapmaya bakınız. Allah’ın ismini anarak gidiniz. Sabır ve sebat gösterdiğiniz müddetçe, Allah size yardım edecektir.”[14]
İslam Ordusu
Hazırlanan Müslümanlar bin kişi civarında idi.[15]Sayıca Kureyş ordusunun üçte biri kadar… İçlerinde sadece yüz zırhlı vardı.[16]
Orduda üç sancak bulunuyordu. Mus’ab b. Umeyr, muhacirlerin; Üsseyid b. Hudayr, Evslilerin; Hubâb b. Münzir ise, Hazreçlilerin sancağını taşıyordu.
İslam ordusu, harekete hazırlanmıştı.
Peygamber Efendimiz, atına binmiş, yayını omuzuna asmış ve mızrağını eline almıştı. Medine’de yerine, Abdullah b. Ümmî Mektum’u bırakmıştı. Zırhlı iki sahabe, Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubâde önünde, mücahitler ise sağ ve solunda yer alıyorlardı.
Cenneti Arzulayan Sahabe
İslam ordusunun Uhud’a doğru hareket edeceği sıradaydı.
Topal bir zât olan Amr b. Cemûh da, sefere katılmak için gönlünde şiddetli bir arzu duydu. Her zaman Peygamber Efendimizle birlikte savaşa çıkan dört oğlu vardı. Onları çağırdı ve “Beni de sefere çıkarınız!” dedi.
Oğulları, “Resûlullah, senin sefere çıkmamana müsaade etti. Yüce Allah da seni mâzeretli saymıştır” diye konuştular.
Gönlü Allah ve Resûlullah muhabbetiyle yanıp tutuşan Amr, oğullarının bu sözlerine aldırış etmedi ve “Yazıklar olsun size! Siz, beni Bedir Seferi’nde cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz. Uhud Seferi’nde de mi alıkoyacaksınız? Herkes cennete giderken, ben evde oturup kalamam!” dedi; sonra da, doğruca Peygamber Efendimizin huzuruna vardı. “Yâ Resûlallah! Bu oğullarım, şunu bunu bahane ederek beni sefere çıkmaktan alıkoymak istiyorlar! Vallahi, ben, seninle beraber sefere çıkmayı ve cennette şu aksak halimle dolaşmayı arzu ediyorum!” dedi ve sordu: “Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehit düşüp şu aksak ayaklarımla cennette gezip yürümemi uygun görmez misin?”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Evet, uygun görürüm!” dedikten sonra ilave etti: “Ama Allah, seni mâzeretli saymıştır. Sen cihatla mükellef değilsin!” Sonra, bu sahabenin oğullarına, “Siz, onu seferden alıkoymaya mecbur değilsiniz. Onu serbest bırakınız. Umulur ki Allah, ona şehitlik nasip eder”[17]buyurdu.
Bunun üzerine Amr b. Cemûh, derhal silahlandı ve kıbleye dönerek, “Allahım, bana şehitlik nasip et!” diye dua etti.[18]
Yahudi Yardımının Reddedilmesi
İslam ordusu, Seniyye tepesine gelmişti. O sırada Peygamber Efendimiz, dönüp arkasına baktı. Okçulardan mürekkep kalabalık bir askerî birlik gördü. “Kimdir bunlar?” diye sordu.
Mücahitler, “Abdullah b. Übey’in, Yahudi müttefiklerinden altı yüz kişilik bir topluluk” cevabını verdiler.
Resûl-i Ekrem, “Onlar Müslüman olmuşlar mı?” diye sordu.
“Hayır, yâ Resûlallah…” denilince, Efendimiz, “Gidip onlara söyleyiniz: Geri dönsünler. Onların yardımına ihtiyacımız yok!” diye emretti.[19]
Peygamberimizin Orduyu Teftişi
İslam ordusu, Şeyheyn tepelerine geldiği zaman, Resûl-i Ekrem durup ordusunu bizzat teftişten geçirdi. Bu sırada on beş kadar küçük yaşta çocuğu da geri çevirdi.
Fakat içlerinde mücahitler safından ayrılmak istemeyen, müşriklere karşı küçük yaşta da olsa savaşmak isteyenler vardı. Bunlardan biri de, Râfi’ b. Hadîc idi. Ayağındaki mestlerin ucuna basarak Resûl-i Ekrem’e uzun görünmek istiyordu. Sonradan bir sahabenin, “Yâ Resûlallah, Rafi iyi ok atar” demesi ve ordudan ayrılmasını istememesi üzerine, Peygamber Efendimiz onu da orduya aldı.
Arkadaşı Rafi’in orduya alındığını gören bir başka küçük sahabe Semüre b. Cündüb, babasına, “Babacığım, Resûlullah Rafi’e müsaade etti, beni ise geri çevirdi. Hâlbuki ben güreşte onu yenebilirim!” dedi.
Baba Mürey b. Sinan, teklifi Resûl-i Ekrem’e iletti. Peygamber Efendimiz, güreşmelerini istedi. Güreşte Semüre’nin Rafi’i yıktığını görünce, onun da orduya katılmasına izin verdi. Henüz on beş yaşlarında bulunan bu gencecik sahabeler, işte böylesine büyük bir şevkle mücahitler safında müşriklere karşı savaşmak istiyorlardı.[20]
Şeyheyn’de Geçen Gece
Peygamber Efendimizin ordusunu teftişi sona erdiği zaman, güneş de o günkü vazifesini bitirip guruba doğru kaymıştı. Az sonra Bilâl-i Habeşî, akşam ezanını okudu. Resûl-i Ekrem, mücahitlere namazı kıldırdı. Aynı şekilde yatsı namazı da eda edildi. Peygamber Efendimiz, geceyi burada geçirecekti. Muhammed b. Mesleme kumandasındaki elli kişilik bir devriye birliğini de, orduyu muhafaza altında bulundurmak ve etrafı kontrol etmekle vazifelendirdi.
Bir Sahabenin, Peygamberimizi Gece Beklemesi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlere yatsı namazını kıldırdıktan sonra, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.
Mücahitler arasından bir ses geldi: “Ben, yâ Resûlallah!”
Peygamber Efendimiz, “Sen kimsin?” diye sordu.
Aynı sesin sahibi, “Zekvan b. Abdi Kays’ım, ben…” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem, ona, “Sen otur!” diye emretti:
Aradan az bir zaman geçtikten sonra Peygamber Efendimiz tekrar, “Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu.
Yine mücahitler arasından bir ses yükseldi: “Ben, yâ Resûlallah!”
Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu.
Sesin sahibi, “Ben, Ebû Seb’im” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi.
Bir müddet bekledikten sonra, Peygamber Efendimiz, sorusunu üçüncü sefer tekrarladı: “Bu gece bizi kim bekleyecek?”
Yine Müslümanlar arasından bir ses yükseldi: “Ben beklerim yâ Resûlallah!”
Efendimiz, ona, “Sen kimsin?” diye sordu.
“Ben, İbni Kays’ım” diye cevap verdi.
Peygamber Efendimiz, ona da, “Sen otur!” dedi.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Üçünüz de kalkınız” buyurdu.
Yalnız bir kişi ayağa kalktı. Bu, Zekvan b. Abdi Kays’tı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Diğer arkadaşların nerede?” diye sorunca, Zekvan, “Yâ Resûlallah! Üç seferinde de sorunuza cevap veren bendim!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ona, “Git, sen bize muhâfızlık et! Allah da seni muhafaza etsin!” dedi.
Zekvan, hemen zırhını giyindi, kalkanını aldı; bütün gece Peygamber Efendimizin yanında nöbet tuttu.[21]
Bu sahabe, önce kendi ismiyle, sonra oğlunun, sonra da babasının ismiyle kendisini tanıtmıştı!
__________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 37.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 64; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 37.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 64; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 37
[4] Benî Mustalık’la Benî Hevnb. Huzeyme, Mekke’nin alt tarafındaki Hubşa dağı eteklerinde toplanıp düşmanlarına karşı, sonuna kadar birlikte hareket edecekleri hakkında Mekkeli müşriklerle anlaşmış oldukları için, toplantı yerlerine nisbetle bu kabîlelere “Ahabiş” adı verilmiştir.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 37; Taberî, Tarih, c. 3, s. 12.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4. s. 31.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 66-67; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 37-38.
[8] Buharî, Sahih, c. 3, s. 27; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 22.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 45; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 24.
[10] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 1. s. 353.
[11] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 24.
[12] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 315.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 68; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 38.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 63; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 63; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[17] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 349; İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 206; Beyhakî, Sünen, c. 9, s. 24.
[18] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1168.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 232.
[20] Taberî, Tarih, c. 3, s. 12-13.
[21] Vakidî, Megazi, s. 169-170.